Baba: Baba gibi baba olmak ya da hegemonik erkeklik miti
“Babası ile arası iyi olan var mı? … Peki ya oğlu ile arası iyi olan var mı?”
BEYZA YILDIRIM
Babalar, çocuklarının hayatında çoğu zaman hem bir yara hem de bir şans olmuştur. Bu iki uç arasında uzanan ince çizgide, çoğu zaman farkında olmadan geziniriz. Babalarımız kimi zaman çocukluğumuza dair en güzel anıların mimarı olurken, kimi zamansa çocukluktan yetişkinliğe geçişte en çok çatıştığımız, hayat boyu barışamadığımız, zaman zaman baş kaldırdığımız ilk otorite olarak konumlanırlar. Kalbimizin bir köşesi onları sevmeye direnerek, affetmek için can atarken, diğer bir köşesi hiçbir zaman affedemeyecekmişiz gibi büyük bir öfkeyle yoğrulur. Bu kırılgan ve yer yer mesafeli bağ, anne ile çocuk arasında kurulan bağdan oldukça farklıdır. Çocuğun baba ile yaşadığı çatışma, bir otorite figürü olarak ona başkaldırısı ve uzlaşmakta zorlanması, babanın hem toplum hem de ev içindeki konumlanışıyla yakından ilişkilidir. Babalarımızla aramıza bu görünmez duvarı ören şey nedir? O duvarı aşmanın yolları nelerdir?
Portekizli yazar Arthur Palyga’nın Tato adlı oyunundan Ara Sahne tarafından uyarlanan Baba, kırık bir baba-oğul ilişkisi üzerinden bu soruların ve açmazların izini sürüyor. Baba, Fatih ve henüz yeni kaybettiği babası arasındaki inşa edilememiş kırılgan bir baba-oğul ilişkisini konu ediniyor. Anadolu’da bir polis lojmanında dünyaya gelen Fatih’in babası bir polis memuru annesi ise ev hanımıdır. Fatih’in hikayesi babasının ölümü ile kendi doğumuna doğru açılır. Babasını yeni kaybetmiş olan Fatih onunla olan ilişkisini geçmişin çoğunlukla trajik yer yer ironik ve komik anılarıyla anımsar. Cenaze evinde babasının tabutu başındayken bir soru sorar Fatih, “Babası ile arası iyi olan var mı?… Peki ya oğlu ile arası iyi olan var mı?” Babasıyla neden sağlıklı bir baba-oğul ilişkisi kuramayışının sebeplerini bu sorudan hareketle bu anılar üzerinden irdeler ve yeniden düşünür.
HEGEMONİK ERKEKLİK MİTİ VE DİĞERLERİ
Palyga, Baba’da ataerki kavramının aile dinamiği içindeki yansımalarının izini, baba ile oğul arasındaki kırılgan ilişki üzerinden sürüyor. Ataerkil toplumlarda ve iktidar mekanizmalarında heteroseksüel ilişki biçimi ve aile birimi, iktidarın devamlılığını sağlayan en önemli ve kritik yapılardan biridir. Toplumsal cinsiyet bağlamında, kadından beklenen domestik alanın yönetimi, doğurganlık ve eşe itaat gibi rollerin yanı sıra, erkeğe de atfedilen birtakım roller mevcuttur. Bu rolleri anlamak için hegemonik erkeklik kavramına yakından bakmak gerekir. Toplumsal cinsiyet normları çerçevesinde kurulan hegemonik erkeklik anlayışına göre bir erkeğin devamlı bir işe sahip olması, heteroseksüel olması, duygularını bastırması kısacası “kadın gibi olmaması” beklenir. Erkek dışarıda olandır, kadınsa içeride.
Erkek özne, güç mekanizmalarından biri olan ekonomik özgürlüğü elinde tutarak, bu rolleri ona atfeden makro iktidarın ev içindeki mikro uzantısı olarak kendini var eder. Aldığı bu güçle domestik alanda “aile babası” rolünü performe eden erkek karısına ve çocuklarına söz geçiren ve onları yöneten (!) bir iktidar konumundadır. Oyunda, tam da bu yapıya paralel olarak konumlanan hegemonik bir erkek figürü olarak Baba’yı görürüz. Uyarlamada Baba, çalışan deyim yerindeyse eve ekmek getiren bir polis memurudur. Uyarlamada Baba’nın mesleğinin polis memuru olarak seçilmesi, hegemonik erkek figürünü destekleyen en önemli dramaturjik unsurlardan biridir. Çünkü hegemonik erkekliğin yeniden ve sürekli olarak üretildiği kurumlardan bazıları; heteroseksüel ilişkilerle kurulan aile birimi, ataerkil devlet kurumları ve ataerkil iktidar mekanizmaları tarafından belirlenen yasalardır. Böyle bir kurumun parçası olan baba çalışma hayatında maruz kaldığı ve öğrendiği eril iktidar şiddetini aile birimine de taşır. O artık her iki yerde de ataerkil yasanın bir uzantısıdır.
Polis memuru olan Baba’nın ev içinde kurmaya çalıştığı iktidar ve otorite ise oldukça homofobik-heteroseksüel bir bağlamdan okunabilir. Baba gibi baba -ya da erkek gibi erkek- olmanın gerekliliklerini yerine getiren Baba, oğlu Fatih’i de gerçek bir erkek gibi (!) yetiştirmek ister. Fatih bir gün gördüğü bir kabustan oldukça korkmuş bir şekilde uyanır ve babasını çağırır. İlkinde babası ona rahatlaması ve korkmaması gerektiğini söyler. Babasının hiç görmediği fakat görmeyi çok arzuladığı o yumuşak yanını gören Fatih onu ikinci kez yanına çağırdığında ise babası onu bu defa “Karı gibi korkup ağlıyorsun” diyerek azarlar. Hegemonik erkeklik mitinin soğuk yüzüyle karşılaşan fatih bu erkeklik modelinin ürettiği şiddet dili ile de karşılaşmış olur. Karı gibi ağlamak ve korkmak bu mit için risklidir, öyle ki duygularını açığa çıkarma eğilimi gösteren erkekler büyük bir erkeklik krizi içerisine girerler. Büyük bir tehlike olan kadınlaşma, top ya da nonoş (!) olma riski ile karşı karşıya kalırlar. Bu da yine homofobik ataerkinin ezilenler -kadınlar, eşcinsel bireyler- üzerinden ürettiği eril şiddet dilinin çarpıcı bir yansımasıdır. Fatih ile babası arasındaki kurulamayan ilişkini ve görünmez duvarın tuğlalarını hegemonik erkeklik miti dizer.

Anne ise babanın kurduğu eril tahakkümün harcadığı bir diğer figür olarak konumlanır. Anadoluda bir lojmandan İstanbul’da bir eve taşınmanın, kendi eşyalarına sahip olmanın bir bebek evinin içine hapsolmanın kanaatkarlığı ile yaşar. Baba tarafından hiçbir zaman adıyla ya da bir eş sıfatıyla anılmaz. Aksine “Karı”, “Çocukların annesi”, “Sizin bu ananız” şeklinde nitelendirilir. Hep ötekidir ve ikincil konumdadır. Ne çocuklarının ne de kendisinin sandığı evin içinde söz hakkına sahip değildir. Hiçbir zaman hiçbir şeyi doğru yapamamakla itham edilir. Eril tahakküme göre doğuştan (!) beceriksizdir. Annenin oyun boyunca kullandığı leitmotif olan “özür dilerim” cümlesi onun nasıl eril tahakküm tarafından bilinçli bir şekilde ikincil ve kusurlu bir konuma itildiğinin bir göstergesi niteliğinde okunabilir. Tepeden aşağıya kurulan bu tahakküm mekanizması bir kadın olan anneyi de kendinin mağduru konumuna iter. Sonuç olarak Baba toplumsal cinsiyetin oluşturduğu hegemonik erkeklik mitinin bir temsilcisi olarak hem karısı hem de oğlu Fatih ile olan ilişkisini aralarına ördüğü görünmez bir duvarla sınırlar. Bu sınır duvarın öteki tarafında kalan anne ve oğul için Baba‘yı korkulacak, itaat edilmesi gereken bir figür olarak konumlarken Baba içinse eşi ve Fatih’i bir eş ve bir evlat olarak görmek yerine adeta kendisine itaat etmek zorunda olan birer emir eri olarak konumlandırır.
İroniktir ki, tüm bu miti parçaladığında ve kendisine biçilen rolleri bir kenara bıraktığında Baba, ancak o zaman gerçek bir baba olur. Fatih’in hastalandığı bir akşam, acil bir şekilde yardım bulmak için sokağa çıkan Baba, hiç düşünmeden kendini bir arabanın önüne atar ve bunun sonucunda yatalak kalır. Bu noktada, baba ile oğul arasındaki bağın tüm bu rollerden bağımsız olarak bir yerde varlığını sürdürdüğünü ve aralarındaki görünmez duvarın aslında ne kadar kolay yıkılabildiğini gözlemleyebiliriz. Fakat bazen bazı şeyler için geç kalınmış olabilir. Baba’nın kaybı ile Fatih belki bütün hayatını etkileyecek bu mekanizmayı görünür hale getirir fakat Baba artık orada değildir. Bu nedenle bu durum baba-oğul arasında bir “hesaplaşamama” hali olarak kalır. Oyunun alametifarikası da tam olarak bu anlarda gizlidir. Ataerki mekanizmasını ve onun ne denli kırılgan olduğunu sorgulatırken, bu kırılganlığın yansımasını güçlü ve çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer.
Bu mekanizmanın doğru bir dramaturjiyle sahneye konulması, oyunun en kritik noktalarından birini oluşturur. Kayra Babalık tarafından yaşadığımız coğrafyaya uygun biçimde uyarlanan oyunun yönetmen koltuğunda Uğur Uzunel oturmaktadır. Uzunel’in incelikli rejisinde, yazarın hem trajik hem de ironik anlatısının izlerini yakalamak mümkünken; aynı zamanda Babalık’ın uyarlamasına özgü dokular da belirgin bir görünürlük kazanır. Oyun, bir cenaze evinde açılır. Sahneye girildiğinde, ortada cam bir tabutun içinde yatan Baba ve etrafında konumlanan aile üyeleriyle cami hocası görülür. Aile üyelerinin seyirciyi bir cenazeye gelmişçesine karşılaması, izleyiciyi ritüelistik olanın içine çekerek oyunla daha ilk dakikadan temas kurmasını sağlar. Ardından Fatih’in anlatıyı devralmasıyla birlikte hikâye, flashbackler aracılığıyla geriye doğru akmaya başlar. Anlatının yön değiştirmesiyle cenaze evi bu kez sıradan, az eşyalı bir mekâna dönüşür. Dekor ve kostüm tasarımını Bengü Şener’in üstlendiği oyunda, kostüm olarak matem kıyafetlerini çağrıştıran, sade ve soluk renklerde giysiler tercih edilmiştir. Buna ek olarak, Fatih dışındaki karakterlere uygulanan grotesk yüz makyajları, metnin ironik ve yer yer komik yönünü destekleyen bir unsur olarak öne çıkar.

Oyunda Fatih’i Taha Tegin Özdemir, Baba’yı Serhat Barış, Anne’yi ise Aslı Menaz canlandırıyor. Oyunun kadrosunda ayrıca Beyza Elçin Işığan, Mert Güngör ve Sinem Koşar yer alıyor. Trajik olanla komik olanın bir arada kullanıldığı metinin dengeli yapısı ve dili iki yönden de aşırıya kaçmayan ve tempolu oyunculuklarla sahneye başarılı bir şekilde taşınıyor. Rejinin incelikli bir şekilde planlanması ve performansların iki unsuru da dengede tutacak şekilde ilerlemesi oyunun yoğun ve trajik yapısına rağmen melodram tuzağına düşmesinin önüne geçiyor ve metnin potansiyelini açığa çıkarmada önemli bir araç haline geliyor. Ayrıca oyuncuların belirli sahnelerde nesneleri canlandırarak sahnede kurdukları mizansen, fiziksel tiyatroyu anlatıda etkin bir araç olarak kullanarak metnin temposunu destekleyen bir yapı kuruyor. Oyunculardan Serhat Barış’ın üstlendiği ışık tasarımı ve Utku Güçoğlu’nun müzikleriyle oyun sahnede kurduğu ambiyans bütünlüklü bir hal alıyor ve oyun izleği yüksek bir iş haline geliyor.
Kırıldığımız yerlerden babalarımızla nasıl barışırız, onları nasıl affederiz bilinmez… Hikayenin bu kısmı biraz meçhul kalsa da “Baba” çocuk olarak veya baba olarak bizleri neyin buraya sürüklediğini güçlü bir şekilde gözler önüne seren bir yapım olarak görülmesi gereken işler arasına ismini yazdırıyor.
“Baba”
Yazar: Arthur Palyga
Çeviren: Osman Fırat Baş
Uyarlayan: Kayra Babalık
Yönetmen: Uğur Uzunel
Yardımcı Yönetmen: Esra Tarhan
Oyuncu kadrosu: Taha Tegin Özdemir, Serhat Barış, Aslı Menaz, Beyza Elçin Işığan, Sinem Koşar, Mert Güngör
Dekor/Kostüm tasarım: Bengü Şener
Işık tasarım: Serhat Barış
Müzik: Utku Güçoğlu
Asistan: Gül Şeniz Yücel
Fotoğraf: Şeyma Köse, Orçun Kaya
“Baba”