MUSTAFA KARA
“Sevmiyorum buraları. Dar kafalı, hoşgörüsüz,
bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen bir sürü insan.
Burada ömür çürütmeye niyetim yok.”
(Ahlat Ağacı)
En son söyleyeceğimi başta söyleyeyim, ben taşrayı severim. Kente göre oranla daha çok değil belki, ama severim. Karşıtlık da kurmam. Daha kesin bir ifadeyle söylersek; “taşra”ya atfedilen olumsuzlukları “taşra”ya bağlamam. Ahlat Ağacı’nın “Diktatör olsam atom bombası atarım buraya” diyen karakteri Sinan gibi söylenmedim hiç. Gerçi bence Sinan da öyle düşünmüyor, ki filmin meselesi biraz da bu. Filmin iki seçenekli finalinde atom bombasını önce bedenine, sonra ruhuna atıyor Sinan. Çünkü; varsa bir sıkıntı tam olarak adresi ve kaynağı ruh ve bedende. Bazen birlikte, bazen ayrı ayrı. Buradan finalin de “seçenekli” değil, kaçınılmaz biçimde “tek” olduğunu anlıyoruz.
Bu yazı bir film eleştirisi değil, ama kalkış noktası bir film. Sorular filmden çok, filme koşut biçimde “taşra” meselesine dair. Ahlat Ağacı’nın vizyon dönemi “uzun ve sıkıcı taşra sıkıntısı eleştirileri” ayyuka çıktığında şu iki satırı yazmışım sosyal medyada: “Nuri Bilge Ceylan’ın taşrayı anlattığını kırk kere söyleyince, şehirli ruhlarınız şükür namazına mı duruyor? Kendi içindeki taşrayı bilmez, başkasının taşrasına bülbül kesilir.” İşte asıl çıkış noktam burası.
“Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi” diyor TDK taşra için. Öztürkçesini de, “dışarlık” olarak ekliyor. Çok güzel sözcük. Başkent Ankara, önemli şehirler İstanbul ve İzmir kabul edelim. Çok değil üç dört kuşak önce neredeyse sıfırdan yeniden kurulan kentler bunlar. Bırakın üç kuşak önceyi buralarda doğmuş insan bulmak bile çok güç. Bizdeki “taşra-kent” bağlamının aynı zamanda “halk-aydın”, “çevre-merkez” gibi pek çok görünümü hep gündemimizde. Nuri Bilge Ceylan, bir söyleşisinde taşra-büyükkent karşıtlığı için şöyle diyor: “Sadece Türkiye’yi değil daha birçok şeyi anlamak için çarpıştırılabilecek bir karşıtlık bu belki. İnsanı anlamak için kafamda en amansız sorular gene de oralara gidip bu karşıtlık zihnimi harekete geçirdiğinde uyanıyor sanki.”
NE GÜLÜYORSUN, ANLATILAN SENSİN!
Evet, ülkeyi anlamak isteyenin bu kilidi çözmesi şart. Ceylan da, çok yönlü çok boyutlu bir anlama çabası içinde. Buz dağının sadece görünen kısmına bakan ve “yine taşra sıkıntısı anlatıyor” diyen pek çok yazı film eleştirisi okumuş olabilirsiniz. Tıpkı, “Kış Uykusu”nu izleyip “İşte Türk aydınının hali” diye klişe bir okuma yapmak gibi. Oysa bir zahmet banyoya kadar gidip, önce kendi yüzümüze uzun uzun bakmamız gerekirdi. Demet Akbağ ile Haluk Bilginer’in büyük bir başarıyla oynadığı o malum uzun sahnedeki sözleri üzerimize alınmamız mesela.
Gel de “Ne gülüyorsun, isimleri değiştir anlatılan senin hikâyen” diyen Horatius’yu rahmetle anma! Aynı tekdüze didaktik yazılarla bir ömür geçiren ve bu “müthiş” aydınlatma çabasının kendi dibini bile aydınlatamadığı gerçeğinin farkında olmayan ne çok yazarımız köşeleri tutmuş, öyle değil mi? Öyleyse “Nuri Bilge Ceylan’ın taşrayı eleştirdiğini” söyleyen klişelere şaşmamalı! Kış Uykusu’ndan Ahlat Ağacı’na gelirsek yeniden, evet hepimizin bir su kuyusu vardır muhakkak. Yıllardır bir umutla inip, kazmaya sarıldığımız. Belki sırf safımız belli olsun diye kazıyoruz, farkımızı göstermek için yani. Belki başka türlüsüne bir türlü kafamız basmadığı için. Kazıyoruz işte! Kazarken bir yandan söyleniyoruz, “ah bir su çıksa, görecekler hepsi”…. Kim mi? Onlar işte, köylüler, cahiller, taşralılar, ötekiler işte! Ah ki ah, işimiz ne zor. Nuri Bilge Ceylan pek çok can alıcı soruyu karakterlerinin önüne bırakıyor. Kimi yanından geçiyor, kimi üzerinden atlıyor. Kimi soruyu anlıyor gibi oluyor, ama yanıt bulamıyor. Nuri Bilge Ceylan da öyle, soruların çoğunu kendine soruyor. Kanımca izleyiciden beklediği davranış tam da bu.
ETRAK-İ BİİDRAK TAŞRA
Tesadüf bu ya; bu yazıyı yazmak üzerine dergi editörü konuştuğum günlerde, bir yazar hikâyesi dinledim. Küçük bir örnek, ama binlercesi olduğu şüphe götürmeyen bir örnek. Biraz Ahlat Ağacı’nın Sinan’ı gibi bu yazar. Ama ömrünü birkaç başkentte geçirdikten sonra, şimdilerde binlerce yıllık tarihe sahip büyük bir Avrupa kentinde yaşıyor. “Büyük halkının büyük romancısı” olmak gibi dev umutlarla yazdığı kitabı ile derdi varmış bu ara. Kitabı okunmuyor, haliyle anlaşılmıyor. Halk kitabı okusa da sonuç değişmez. Muhtemelen üstüne biraz para vererek bastırdığı yüzlerce kitap yazarın elinde. Benzer onlarca hikâyeyi gördüm, dinledim. Koli koli kitaplar kimi zaman baba evinin nemli bodrumunda çürüyor, kimi zaman yayınevleri topluca hurdaya gönderiyor. İster protesto niyetine bir meydanda toplanıp yakılsın, ister en derin su kuyularına atılsın. Hepsi aynı kapıya çıkmaz mı?
Sonuçta kitapları anlamayan cahil bir halka, aydınlanmadan nasibini almamış bir taşraya ve büyük hayatları bu uçurumun trajedisi ile zindana dönen aydınlara sahibiz! Sinan’ın “Ahlat Ağacı” romanında da hiç kusur yok, neredeyse mükemmel! Asla, kat’a, haşa romanlarda kusur yok işte. Hatta roman da değil mesele, halkı aydınlatmak için her ne yapıyorsak ona uyarlayabiliriz. Eskilerin “Etrak-i bî-idrak” dediği yalnız ve güzel halkımız üzerine yazılmış koca bir külliyat, devasa bir “taşra eleştirisi” çıkar önümüze. Halk edebiyatında epeyce karşıtını görmemiz de mümkün, ama konumuz bu değil şimdi.
NERESİ TAŞRA, NERESİ MERKEZ?
Konumuz neydi, taşra. “Dışarlık” kavramı üzerine düşünelim biraz. Türk Dil Kurumu’nun bu adlandırmasını “dışarlık” üzerinden “dışarıda kalan” olarak okuyabiliriz. Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışında kalan. Mesela Almanca’da taşraya karşılık kullanılabilecek “die Provinz” anlam olarak “çevre”den geliyor, “merkez”in dışında kalma halinden. “İçerlik” merkez, “dışarlık” ise bu merkezin dışı; çevresi. Gayet geometrik bir netlik var ortada. Bir merkez ve onun dışında kalan kocaman bir çevre. Netlik olmayan yer, yaşadığımız meselelerin günah keçisinin neresi olacağı? Okuyup yazabilenlerin, fikir geliştirebilenlerin ekseriyeti “merkez”de olduğu için, günahın yıllardır “çevre”nin üstüne kaldığını görüyoruz. “Taşra”da çıkan bu dergideki dosyanın adı dahi “taşra”. Zaten konuşmaya buradan başlayınca, ”taşranın niye böyle olduğu”nu konuşur dururuz. Oysa “Anlatılan senin hikâyendir” sözünü alıntılayarak yeni bir anlam kazandıran sakallı bilge bize “karşıtların diyalektik bir bağ ile bağlı” olduğunu anlatmıştı. Merkezi merkez yapan o çevre, çevreyi çevre diye tanımlayan o merkez. Peki sıkıntı hangisinde? Soru yanlış bir kere. Taşra sıkıntısı, aynı zamanda merkez sıkıntısı değil midir? Nuri Bilge Ceylan’ın filmografisinin pimi çekilmiş el bombası gibi ortaya bıraktığı soruların doğduğu yer burası. Çubuğu biraz “taşra lehine” bükersek, sıkıntının çoğu “dışarda” değil “içerde”dir. Bir kere kendini “merkez” diye tanımladıysan, sıkıntının merkezi de sensin!
TAŞRA BİR YER DEĞİL, BİR DUYGU MU?
Geometri, coğrafya falan demişken bunların soyutlama olduğunu unutmamak lazım. Coğrafya çok şeydir elbette, ama her şey değil. İnsandan söz ediyoruz. “Sıkıntı içeridedir” demek, aynı zamanda “Sıkıntı insanın içindedir” demektir. Taşra ve dahi merkez, somut değil, soyuttur. Şehir giriş çıkışlarındaki “hoş geldiniz”, “güle güle” tabelalarıyla belirlenemez. Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki fikriyatın arkasındaki önemli isimlerden senarist Ebru Ceylan, “Bana göre taşra bir duygudur daha çok. Bir uzaklık, yalnızlık ve yoksunluk duygusu” diyor. Ünlü Alman müzisyen Herbert Grönemeyer’in ünlü şarkısı da “Heimat ist kein Ort, Heimat ist ein Gefühl” demiyor muydu? Yani, “Memleket bir yer değildir, memleket bir histir”.
Bu tanım ile, “dışarlık” kavramını fiziki alemden alıp, ruhlar aleminde dolaştırmaya çıkmaya başladık sanki. İki sanatçı da çok haklı, “bir yer”den söz etmiyoruz, “bir duygu”dan söz ediyoruz. Ne vakit bir yolculuğa çıksak; bu duygu bizi A noktasında bizi el sallayarak uğurluyor, sonra B noktasında bizi belediye bandosu gibi tantanayla karşılıyor. Böyle söyleyince mesela Berlin Kreuzberg’den, Köln Ehrenfeld’den ya da Dortmund Nordstadt’tan ala taşra mı var?
Felsefe doktorası yapan bir arkadaşla entegrasyon üzerine konuşuyorduk Kreuzberg’de bir mekanda. Neden olamıyor? Dedim; “Şu an neden bu börekçideyiz, neden içeridekilerin hepsi Türkiyeli?”. Belki de en çok şikayet edenlerin ilk yaptığı “kendi taşrası”na kaçmak mı oluyor? Bazen Kaş, Kazdağları olur, bazen doğup büyüdüğün sokaklar, bazen de gurbetçilerin yarım asırdır arşınladığı sokaklar. Ama ille de aşina hissettiğimiz sokaklar. Soruyu bir de şöyle soralım: Neden aşina olduğumuz yerde yaşamayı seçiyoruz hep; üstelik bir yandan en acımasız eleştirileri yaparken?
BABADAN KALAN DİPSİZ KUYULAR
Nuri Bilge Ceylan karakterlerine dönelim. Sahi Sinan neden döndü Çan’a? Kitap bastırmak için iyi bir yer değil ki orası. Kış Uykusu’ndaki abla kardeş neden baba toprağında otel işletiyorlar. İster Nuri Bilge Ceylan karakterlerine bakalım, ister günlük hayattaki gözlemlerimize… Ahlat Ağacı’nda “İnsan neden illa en yakınında duran hayatı seçip, onu yaşamak zorunda ki? Halbuki hayatta öyle güzel şeyler var ki; kalabalık, ışıklı caddeler, güzel yemekler, uzaklara giden gemiler, aşklar, sarhoşluklar, yağmurda ıslanmalar…” diye bilgiç bilgiç konuşan da dönüp “kendi taşrası”na geliyor işte. Neden?
Habire ülkesinden, halkının cehaletinden şikayetlenen “taşrası”na hapsolmuş okumuş çocuk cahilliği diye de bir şey var. Ahlat Ağacı’nın Sinan onlardan değil mesela. O sınırlarda gezse de, olamıyor bir türlü. Olamadığı için o malum sona doğru ilerliyor. Onlardan olabilse ev ya da araba taksitlerini ödemeye çalışıyor olurdu. Dipsiz kuyu kazan kumarbaz babasından farklı olmayı başarırdı. Olamadı. Babadan oğula geçen bir lanet gibi, Nuri Bilge Ceylan da, çoğumuz da “babalarımızın kaza kaza bitiremediği dipsiz kuyular”a giriyoruz, öyle ya da böyle. İşte o dipsiz kuyu, bizim “taşra”mız. Her neredeyse. Önünde sonunda yer olarak da oraya gidiyoruz. Nuri Bilge Ceylan karakterleri gibi, önünde sonunda yer olarak da oraya gidiyoruz. Sahi, “taşra sıkıntısı” içinde boğulan o karakterler niye taşrada? Eskiden değillermiş, dönmüşler. Dönen ve dönmek isteyen çoğumuz gibi. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde sıklıkla rastladığımız “büyük kentten taşraya gelen insan” davranışı halkın cehaleti ve kurnazlığı üzerine atıp tutmak oluyor. Biliyor, anlıyor, -ya da öyle sanıyor- ama değiştiremiyor. Buna rağmen büyük büyük sözleri var Nuri Bilge Ceylan’ın tüm karakterlerinin. Bir dakika, sırf “halkı eleştirmek için taşraya dönmek” kulağa biraz saçma gelmiyor mu? Demek ki; kentte başlarına bir şeyler gelmiş; asıl yenilgiyi orada almışlar. “Sıkıntı”nın en büyüğü “merkez”de, büyükşehirde olmasın sakın! “Merkez”i ve kendini hayatın “merkez”i saymayı daha fazla mı konuşmamız lazım acaba?
BENİM MERKEZİM NERESİ?
“Bir merkez var mı?” sorusuyla bile başlayabiliriz. Varsa ne zaman merkez oldu? Kimler vardı, nereye gittiler, kimler geldi, nereden geldiler? Güneşe değil, güneşi gösteren parmak ucuna bakanların biraz silkinmeye ihtiyacı var. Hikâyenin sonunda Nuri Bilge Ceylan’ın daha net biçimde onlara “kent”i anlatacağını umuyorum ve istiyorum. Kim bilir belki de taşraya dönmeden önceki hali görmeliyiz. Neden taşraya döndüklerini anlarsak, kenti anlamaya yaklaşabiliriz.
Almanya’nın küçük bir kentinde 1300’lü yıllardan kalan eczane gördüğümde bir süre algılayamadım. Hafıza taşlarını her gördüğümde kafamı kaldırıp binayı inceledim, o dönemdeki halindeydi. Türkiye’de bunu yapabileceğim kaç konut bulabilirim sizce? Büyük sayılabilecek bir kentte doğdum ve büyüdüm. Ama benim bir kentim var mı sahiden? Okuduğum ilkokulun adı üç kez değişti, kentsel dönüşüm sadece doğduğum evi değil tüm mahalleyi yok ediyor. 7 yıl okuduğum lise eski biçiminde değil, hem biçimsel hem içerik olarak. Okuduğum fakülte ilgisiz bir yere taşındı ve eski binası yıkıldı yıkılacak. Hani kent? Kim kentteki evinde 100 yıldır yaşıyor; kaç kişi 100 yıllık evde yaşıyor? Ev, mekan simge burada, mesele ana kültür taşıyıcısı olarak “merkez”in hali ahvali…
Türkiye’nin hali ahvalini görüp, “Türkiye de dünyanın taşrası işte” diyerek çıkabilir miyiz bu işten? Sordukça yeni sorular çıkıyor habire. “Türkiye doğuya giden bir gemidir. Güvertede batıya koşanlar, geminin batıya gittiğini zanneder” diyen ünsüz filozof Sakallı Celal’in tespitinde özü açıklanan “aydınlanma hamlemiz” dahil olmak üzere sormamız ve yanıt aramamız gereken ne çok soru var. Benim aklım o kadarına ermez, erbabı sorar ve mümkün bir yanıt verir elbet.
‘BAZI ŞEYLERİN BİLİNEREK KONUŞULMASI…’
Son olarak, “merkez” adı üstünde “bir yer”dir, bir “bitimli bir nokta”dır. Bir dairenin merkez noktası gibi. Diktatörler merkeze atom bombası atabilir. Sık sık atıyorlar da; bilhassa ruhuna. Ama taşra bir “his” ve bir “bitimsiz bir sonsuzluk” olarak merkezi çevreliyor. Sırf bu sonsuzluk hali nedeniyle bile, taşraya atom bombası atamaz kimse! En ağır bombardımanlarda dahi şehirler vurulurken, taşra es geçilir. Ne diktatörler, ne Sinan; kimse haritadan silemez taşrayı!
Neyse efendim; düşünmek, soru sormak ve kendi kendine bile olsa konuşmak iyidir. Sözü Ahlat Ağacı’nın bir repliğine bırakalım, son cümlesi dileğimiz ve talebimiz olsun: “…bu dünyada herkes görünmez iplerle bağlı değil mi birbirine? İster kader diyelim buna ister nedensellik, hiç fark etmez.. Ama kimse de kendini sütten çıkmış ak kaşık zannetmesin abiciğim! Evet, bizim peder çok şey kaybetmiş olabilir. Ev, araba, onur gurur, itibar… Ama yine de bazı şeylerin bilinerek konuşulmasını tercih ederim.”
(İlk olarak Altı Yedi dergisinin ‘Taşra’ temalı Bahar 2020 sayısında yayınlanmıştır.)