Büyük Sürgünün Halkları: Çerkesler, Abhazlar
Çerkesler daha çok “kızlarının güzelliği”, “Çerkes tavuğu” ve “halk oyunları” ile bilinse de, sürgünlerle yok olmamış derin bir Çerkes kültürü var. Sözlü destanlardan, aile hayatına; toplumsal yapıya uzanan geniş bir kültür.
Uzun savaşlar ve direnişten sonra sürgüne gönderilen Çerkesler, Osmanlı’nın ihtiyaçları doğrultusunda bir “zorunlu iskan”a tabi tutuldular. Balkanlar’da, Arap topraklarında ve Anadolu’da Osmanlıya bağlı nüfusu artırmak için kullanıldılar, çatışmaların göbeğine yerleştirildiler. Çerkesler, Osmanlı’nın dağılma sürecinde devlette önemi konumlarda bulundular, Kurtuluş Savaşı sırasında da “kurucu unsur” gibi görülerek ciddi görevler üstlendiler. Kendi kimlikleriyle olmasa da, Cumhuriyet tarihi boyunca Çerkeslerin devlet bürokrasisinde yer aldığı bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’na zorunlu göçe tabi tutulan 2 milyona yakın Çerkes’in büyük bölümü bugün Türkiye sınırları içinde yaşıyor. Eski Osmanlı topraklarında yaşayan da ciddi bir nüfus var. Ürdün’de 60 bin, Suriye’de 80 bin, İsrail’de 3 bin civarında Çerkes’in yaşadığı biliniyor. Rusya’da ise 2010 sayımına göre 723 bin Çerkes yaşıyor. Kabardey-Balkar, Adıge ve Karaçay-Çerkesk adlı üç ayrı özerk cumhuriyette ciddi nüfusa sahipler.
Çerkes kimliği Türkiye’de Adıgeler, Abazalar, Osetler, Karaçaylar, Balkarlar gibi pek çok halkı ifade eden ortak bir isim gibi kullanılıyor. Ayrıca, Adıgelerin bugün de kullanılan farklı boy ve sülale isimleri bulunuyor. Abzehler, Şapsığlar, Ubıhlar, Bjeduğlar, Kabardeyler, Çemguylar ve daha pek çok Çerkes soyu Adıge kimliğinin alt isimleri… Farklı pek çok rakam verilse de, Adıgelerin Türkiye’de 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamın 2-3 milyon civarında olduğunu öne sürenler de az değil.
Büyük çoğunluğu anavatan dışında yaşayan Çerkes halkının bugün de gündeminde “geri dönüş” tartışmaları ciddi bir yer tutuyor. “Dönüşçüler” asıl sorumluluğun anavatana dönmek ve oranın yaşaması, gelişmesi olduğunu söylerken, Türkiye’de koşulların düzeltilmesi için mücadele etmek gerektiğini savunanlar da az değil. Çerkesler arasında bu iki çizgi, pek çok meseleye dair farklı fikirlerle birlikte varlığını sürdürüyor. Kafkasya’da yaşanan olumlu, olumsuz değişimler de bu tartışmaların odağında yerini alıyor. 21 Mayıs sürgün anmalarının, son yıllarda daha kitlesel olması, bu konudaki duyarlılığın gelişmesi de ayrıca dikkat çeken bir nokta.
Çerkes halkının kültürel talepleri de son yıllarda daha öne çıkar bir halde. Uzun yıllar bastırılan, “misafir” statüleri vurgulanarak hak talep etmeleri engellenen, devlet ile uyumlu çizgi izlemek zorunda bırakılan Çerkesler, artık Türkiye’de haklarını daha gür sesle istiyorlar. Yerleştirilmeye çalışılan “Kafkas Türkü” algısının yerine Çerkeslerin farklı bir halk olduğunu vurguluyorlar. Anadilde eğitim en temel talep, çünkü genç kuşaklarda Çerkesce bilenlerin sayısı artıyor, kentleşme ile asimilasyon süreci yoğunlaşıyor. Ve Çerkesce artık UNESCO’nun kaybolmak üzere olan diller listesinde yer alıyor.
Çerkesler daha çok “kızlarının güzelliği”, “Çerkes tavuğu” ve “halk oyunları” ile bilinse de, sürgünlerle yok olmamış derin bir Çerkes kültürü var. Sözlü destanlardan, aile hayatına; toplumsal yapıya uzanan geniş bir kültür. Büyük sürgün ile doğdukları topraklardan ayrılan Çerkesler, hem gittikleri yerlerin kültürleri ile uyum içinde yaşamayı, hem de kendi kültürlerini bugünlere taşımayı başardılar. Geleneklerini büyük ölçüde korudular, çok önem verdikleri ailelerdeki resmiyeti yaşattılar. Aile reisi babanın etrafından örülü bir resmiyet düzeni olsa da,kadına yönelik saygının da esası oluşturduğunu söylemek lazım. Çerkesler, özellikle kadına ve çocuk yetiştirmeye yönelik gelenekler büyük ölçüde korundu.
Çerkes geleneğinde kadınlar ağır işlerde çalıştırılmaz, kadına kötü davranana toplumsal baskı uygulanır. Kadına saygı esastır. Öyle ki; Belçikalı seyyah Jan Charle de Bess, Çerkesleri anlatırken “Batıda kadına böylesine değer verilen hiçbir ülke, hiçbir toplum görmedim” der.
Nart destanlarının kadın kahramanı Seteney Guaşe Çerkes kadınının simgesi gibidir. Yiğittir, bilgedir. Erkek kahramanlar bir süre sonra ölse de, Seteney hiç ölmez. Hala övgü olarak “Seteney gibi kadındır” der Çerkesler.
Çerkes kültüründe atın özel bir yeri vardır. At anlamına gelen “Şı” sözü aynı zamanda “erkek kardeş” demektir. Ne yazık ki; Çerkes at cinslerinin çoğu savaşlar ve sürgünler sırasında yok oldu. Kala kala dağ koşullarına oldukça uyumlu olan Kaberdey ya da Kabardian denilen tür sağ kalabildi.
Rivayet olunur ki, büyük sürgünde İstanbul’a gönderilmek istenen Çerkesler “Oralarda at koşturulmaz, ne işimiz var” diye reddetmişler.
“Düğün” kavramı Çerkeslerde bilinenden öte anlamlar taşıyor. Gelin alma düğünü denilen bilinen düğünün yanı sıra, “delikanlı düğünü” denen bir eğlenceleri de var. Bunun için bir neden ya da evlilik gerekmiyor, misafir için bile yapılabiliyor. Gelin alma düğünleri ise ritüeli bol, kuralları sıkı eğlenceler. Herkesin nerede duracağı, ne vakit oynayacağının kurala ve düzene tabi olduğu düğünler bunlar. Genç kız ve erkeklerin birlikte oynadığı, dans ettiği eğlenceler… Gelin ve damatın bu geleneksel düğünlerde ortalıkta görünmediğini de söylemek lazım. Yani gelin kendi düğününde oynamaz. Elbette, bugün şehirlerde bu gelenek kaçınılmaz olarak değişmiş durumda.
Ve Çerkesler ile aynı kaderi paylaşan Abhazlar… Her halka kendi anavatanı güzel; Kafkas halklarından Abhazlar için Abhazya “kaf dağı’nın ardındaki masal ülkesi… Büyük bir sürgünle terk etmek zorunda kaldıkları ata yurtları orası… Kafkasya Dağları’nın denize bakan yüzünde, Psou ve İngur nehirleri arasında uzanan, dört mevsimi yaşamanın mümkün olduğu bir cennet…
Abhazlar, ata topraklarının insanoğlunun ayak bastığı en eski toprak olduğuna inanıyor… lkelerine verdikleri isim Aspnı, anlamı oldukça çarpıcı: “Can Ülkesi”. Bugün de Abhazya Cumhuriyeti’nin resmi adı “Aspnı Ahuıntkarra”, yani Apsnı Cumhuriyeti. Can Cumhuriyeti!
Abhazlar, köklü tarihleriyle kadim Kafkas halklarından biri… Bilinen tarihleri Milattan Önce 5 bin yılına kadar gidiyor. Bazı kaynaklarda ise Abhazların geçmişi Hitit halkına dayandırılıyor. Antik Yunan kaynaklarına kadar uzanan bir tarihleri var.
Doğu Karadeniz kıyılarındaki halkların tümüne “Colchis” diyen Grekler, 2 bin yıl önce bugünkü Pitsunda kendinden Trabzon’a kadar uzanan geniş bir alanı tarif ediyordu. Bilinen ilk Abhaz krallığının tarihi ise Milatta Sonra 3. yüzyıla kadar uzanıyor. Ortaçağ’da Bizans’ın etki alanında yaşayan ve Hıristiyanlık ile tanışan Abhazlar, Bizans’ın bölgedeki etkisi kırılınca kendi Krallıklarını da kurmuşlar. Komşu halklarla çatışmalar ve dışarıdan gelen istilalarla ile geçen tarih, Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki hakimiyetine kadar sürmüş. Bu dönem de İslam hızla yayılmış. 19. yüzyılın başından itibaren ise bölge Rus hakimiyetinde…
Bugün Abhazya’da kala kala 120 bin civarında Abhaz kalmış. Türkiye’deki sayılarının ise 500 bin civarı olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’de bu kadar çok olmalarının temel nedeni ise büyük Kafkas Göçü. 1864 yılındaki Rus Çarlığı pek çok Çerkes boyuyla birlikte Abhazları da kitleler halinde Osmanlı topraklarına sürdü. Sovyetler Birliği’nin ilk yılları bazı haklara kavuşsalar da, Gürcistan’a bağlı Özerk Cumhuriyet haline getirilmeleri, asimilasyonun da önünü açtı. Sovyetlerin dağılması sürecinde Abhaz-Gürcü savaşlarına yol açan tarihsel gerilimin arka planında da yıllara yayılan bu çatışma var. Bu çatışma ve gerilimler bugün de çözülebilmiş değil. Türkiye’de yaşayan Abhazlar da, anavatanlarının özgürlüğü için Türkiye devletinin ve elbette halklarının desteğini istiyor, bekliyor.
Abhaz ve Abazin adlı iki farklı gruba ayrılan Abhazlar, genel olarak Abhaza adıyla da biliniyor. Rusça’da Apsuva denilen Abhazlar daha çok İzmir, Adapazarı, Düzce, Bursa, Eskişehir gibi İç Batı Anadolu kentlerinde; Abazin ya da Asuva denilen Abazalar ise Samsun, Tokat, Yozgat, Zonguldak, Sivas, Kayseri, Adana gibi İç Doğu Anadolu kentlerinde yaşıyorlar. Aslında Abhazlar, üç ana unsurdan oluşuyor; su halkı Aspuva, yayla halkı Aşkurova ve dağ halkı Aşuva. Abhazalar, Çerkeslerden farklı bir halk olmalarına rağmen, 1864 Sürgünü sonrası Türkiye’de genellikle Çerkeslerle birlikte anılıyorlar ve Adige üstbaşlığı altında tanımlanıyorlar.
Abhazların inancı çoğunlukla sünni İslam, fakat bugünkü Abhazya’da yaşayan diğer halklar hesaba katıldığında nüfus çoğunluğu Ortodokslarda. Az sayıda Pagan olanlar da var. Kafkasya’nın ilk Hristiyan bölgesi olan Pitsunda da halen Abhazların en önemli kentlerinden biri.
Abhazlar, diğer Kafkas halkları gibi mert, savaşçı ve ahlaklı insanlar olarak biliniyor. Geleneksel değerlere bağlılık da bu halkın temel özelliklerinden biri. Kadının toplumda özel bir yeri var. Anaerkil öğeler de içeren geleneksel Abhaz kültüründe kadınlar erkeklerle birarada oturan, ata binen, fikir söyleyen etkin bir konumda yer alabiliyor. Kentleşme nedeniyle bugün geleneksel yapı kısmen çözülse de Abhazalar, geleneksel değerlerine bağlı bir halk olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.
Abhaz folklorunda mitolojik hikâyelerin, Kafkas halklarının destanları Nart’ların özel bir yeri var. Özellikle de Abhaz Prometheus’u Abrıskil hakkındaki hikâyeler dikkat çekici. Mucizevi biçimde babasız doğan bir çocuk olan Abrıskil’in kahramanlık öyküleri ve maceraları, tıpkı Promete gibi mağaraya zincirlenmesiyle son buluyor.
Abhazlar uzun ömürlü biliniyorlar ve bunda yemek kültürlerinin ciddi payı var. Aşırı yemek yemeyi tehlikeli sayan Abhazlar, küçük lokmalar halinde az az yiyorlar. Süt ürünleri ve sebze ağırlıklı geleneksel mutfaklarında rafine şeker pek yok. Öğün aralarında “matzoni” adını verdikleri kefir içiyorlar. Abhaz mutfağı komşu halkların mutfağına benziyor, ancak kendine özgü derin bir kültüre de sahip. Abhaz tavuğu, ısırgan otundan yapılan harşıl, ekşi erik yemeği aphosa sızbal, kara lahana, kuru acıkalı et agost, yağda kızarmış hamur açaç ve elbette mısır unu ekmeği abısta… Sebze yemeklerinde süt ve süt ürünleri de mutlaka yer alır.
Türkiye’deki Abhazlar, bir yandan siyasi olarak tanınma mücadelesi veren Abhazya Cumhuriyeti ile dayanışma içinde olurken, diğer yandan diğer Kafkas sürgünleri gibi “geri dönüş” tartışmaları da yürütüyor. Abhazlar, aynı sürgün acısını çektikleri Çerkes halkı ile çoğunlukla ortak örgütlenmeler ve dayanışma içinde. Sürgün bir halk yüreğinde büyük acılar taşıyan Abhazlar, her yıl Büyük Sürgün’de yitirdiklerini anıyor, anayurt özlemini dile getiriyor. Acılar kuşaktan kuşağa anlatılıyor. Hala denizde yitip gitmiş atalarına saygı için Karadeniz’den çıkan balığı yemeyen, yiyemeyen bir kültürden söz ediyoruz.
Bir yanda hasretini çektikleri Kaf Dağı’nın ardındaki anavatan, bir yanı bir buçuk asırlık yeni yurtları… Hem bu toprakların misafirleri, hem kurucu unsurları… Dilleriyle, kültürleriyle ayakta kalmaya çalışan sürgün halklar… Anadolu’nun diğer halkları gibi…