Şuan Okunan
Cem Burçin Bengisu: Dilin kemiği yoktur, tiyatro apolitik olamaz!

Cem Burçin Bengisu: Dilin kemiği yoktur, tiyatro apolitik olamaz!

Yönetmen Cem Burçin Bengisu ile sahnelerdeki iki oyunu “Küller Küllere” ve “Fil Rüyası” üzerine konuştuk. Mücadelenin her geçen gün arttığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyen Bengisu, ” Tiyatro politik bir sanattır ve dilinin kemiği yoktur, apolitik olamaz. Yoksa sadece güzel bir dekordan ibaret bir şey izleriz.” diyor.
MUSTAFA KARA

Tiyatronun dönüştürücü gücüne inanan genç bir yönetmen: Cem Burçin Bengisu. Yönettiği iki oyun bu sezon sahnelerde. Harold Pinter’ın insanlık tarihinin karanlık noktalarına ışık tuttuğu “Küller Küllere” adlı oyunu Müphem Tiyatro, Günsu Özkarar’ın içsel bir yüzleşmeye kapı aralayan ve kadının başkaldırı anlatısını dillendiren “Fil Rüyası” oyunu ise BiTiyatro tarafından sahneye taşınıyor. Yönetmen Cem Burçin Bengisu’yla, hem bireyin hem de toplumun çatışmalarına cesurca temas eden bu oyunlara ve tiyatronun yaşadığı güncel krizlere dair konuştuk.

“Küller Küllere” insanlık tarihindeki büyük acıların bireyin benliğinde yarattığı yıkımı anlatırken, “Fil Rüyası” tersine bireyin acılarından kalkarak yersiz yurtsuzluğa uzanan bir hikaye ortaya koyuyor. Sence bu iki oyunun ortak noktası neydi?

*Küller Küllere’de çok sevdiğim bir replik vardır; “Burada oturmaya hakkım olmadığını düşünüyorsun değil mi? Yaşadığım yerde yani bu sandalyede oturmaya hakkım yok mu benim?” İkisi de yozlaşmış toplumlar içerisinde hayatta kalmaya çalışan ve sorgulamalarıyla olsun, başkaldırılarıyla olsun toplumsal yüklerle mücadele eden kadın karakterler. İki oyunun da karakterleri sıkışmışlık ve çürümüşlük içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Aynı gerçekte de olduğu gibi.

Metindeki kadınımız ‘fabrikaya’ götürüldüğünü ve oradaki insanlarla yaşadıklarını anlatır. Agamben ise, soykırım kampları ile ilgili yazdığı bir kitapta çok önemli bir yazardan alıntılayarak ‘orası insanların öldürüldüğü bir yer değildi, cesetlerin imal edildiği fabrikalardı’ der. Şimdi bu aradaki bağlantılı noktayı rejisör olarak anlatmak çok zor.”

“Küller Küllere” ile devam edelim, zor, derinlikli ve entelektüel bir dili var Harold Pinter’in bu rejiye nasıl yansıdı? Zorlandığın yerler oldu mu?

*Genel olarak çok zorlu bir süreçti diyebilirim. Harold Pinter’ı anlamak ve aktarıcısı olmak reji kısmında hepimizi çok zorladı. Oyuncularla buluşmadan 6 ay öncesinde biz metin çözümleme ve araştırmalarımıza başladık. Epey uzun bir kitap listesi oluşturarak dramaturg (Büşra Kuruca) ve çevirmen (Mehmet Dikkaya) ile çalıştık.
Anlatamayacağımız kadar fazla çözümleme yaptığımız zaman, nesnel anlatımı nasıl kullanacağımız ile ilgili formüller geliştirmemiz gerekti. Örnek olarak; metindeki kadınımız “fabrikaya” götürüldüğünü ve oradaki insanlarla yaşadıklarını anlatır. Agamben ise, soykırım kampları ile ilgili yazdığı bir kitapta çok önemli bir yazardan alıntılayarak “orası insanların öldürüldüğü bir yer değildi, cesetlerin imal edildiği
fabrikalardı” der. Şimdi bu aradaki bağlantılı noktayı rejisör olarak anlatmak çok zor. Bu yüzden formülize edilmiş bazı seçimlerimiz oldu.

Oyun, “zaman” ve “mekan” kavramı belirsiz bir sahne kuruyor. Işık oyunlarının ağır bastığı sahne tasarımında nasıl tercihler öne çıktı?

Karakterler arasındaki ilişkiye baktığınız zaman çok fazla katman ve kategorize edilebilir konu var. Bu konuşmalar sürecinde iki karakter arasındaki sıfatlar ve diyaloglar sıklıkla katman değiştiriyor. Bir anda en mutlu anlarını yaşarlarken bir karakterin tercihi ve manipülasyonu ile sorgu sahnesine geçiş olabiliyor. Veyahut her şey çok hızlı giderken zaman bir anda durabiliyor. Bunlar Pinter’ın verdiği yönergeler ile sahnede nasıl katmanlar oluşturabileceğimiz düşüncesiyle hem seyirci hem de “farklı uzamları” gösterebilmek amacıyla verdiğimiz kararlardı.

Işık tasarımcımız Murat Kural ile karanlık imgelemleri oyuna çok daha uygun bulduk. Anlatımları duraksatmak ve anlatılan anları farklılaştırmak gibi ifade edebilirim. Bu yüzden sorgu sahnelerinde, en derin konuların işlendiği sahnelerde çok az ışık kaynağı kullanırken, karakterlerin durumlarına ve ilişki dinamiklerine bağlı olarak da sanki dış faktörler tarafından dikte edilmişçesine üçüncü oyuncu olarak ışık devreye girebiliyor.

“Dünyada yaşanan zulümleri içinde hisseden ve benliğinin parçası yapan” kadın karakter ile bu kötülüklerin kaynağını simgeleyen erkek karakter nasıl bir zıtlık ifade ediyor? Yaşadığımız çağı “iyi ve kötünün savaşı” olarak mı okumalıyız? Nedir oradaki geçirgenlik?

*Tahakküme uğrayan ve mütehakkümcü, ezen ve ezilen, üst ve alt. Piramidin başındaki kişi ne kadar “kötü” kavramını temsil ediyorsa bizim kötümüz de o kadar. Çünkü sistemle alakalı bir karakter. Oyunda sadece lokal olan ve çok ufak ışık kaynağına düştüğümüz “sorgu” sahnelerinde direkt olarak karakterler arasındaki şiddet farkını görebiliyoruz. Zulmün sadece katliamlarla değil, insanın insana yaşarken bile nasıl şiddet faili olabildiği üzerine bir okuması var oyunun. Ki oyunun insanlık tarihinin en sistematik cinayeti olan soykırım üzerine yazıldığını da belirtmekte fayda var.

Nesnel bakışla ilerdiğimiz taktirde tahakkümün tüm çarklarını ve dişlilerini görebiliyoruz. Çarkın dişlisi olmak her kişi için mümkün. Çarkın kırılmasını sağlamak ise hem bireysel direniş hem de toplumsal örgütlenme ile mümkün.” 

Günsu Özkarar’ın yazdığı “Fil Rüyası”na dönersek, bambaşka bir zihin dünyası sunuyor. Bir kadının zihninin derinliklerindeyiz yine, ama bu kez terapiyle iniyoruz. Anne-oğul / baba-oğul çatışmalarını anlatan oyunlara Antik Yunan’dan bu yana alışkınız da “anne-kız” sanırım yeni bir fikir. Ne dersin?

*Toplum baskılarına maruz kalmış ve değişime uğramış ve “erkeksiz” kalmış bir kadın ile onun rol modelliği altında ezilen ve dönüşüme uğraması için baskılanan kızı arasındaki iletişim, paha biçilemez bir öznellik yaratıyor bence. Baba-oğul çatışmalarındaki gibi “iktidar” problemini değil de, şiddet ve toplum mağduru olmuş bir kadının, kızı üzerinde oluşturduğu kuklalığı anlatıyor.

Küller Küllere’de de olsun, Fil Rüyası’nda da olsun bu mağduriyette şiddet faillerinden de bahsedilmesi kaçınılmaz. Bu terapi ile inilinen zihinde aynalama da mevcut. Terapist de kendi kadınsal yolculuğunda buluyor bir anda kendini. Farkındalık yolcuğu sadece bir kıvılcıma ihtiyaç duruyor. Sonrası sadece başkaldırı.

Annenin yokluğunun da yanlış biçimlerde varlığının da yarattığı trajedileri görüyoruz. Peki bu işin ucu hangi noktada sisteme dokunuyor?

Anne karakterimiz toplum tarafından baskılanmış ve “erkeksiz” kalmış bir kadın. Onun dili toplum tarafından kendisine adapte edilmiş bir dil. Onun hareketleri toplum tarafından manipüle edilen hareketler. Onun varoluşu baskılanışına bağlı. Öğrendiği baskı dilini de kızına yapıyor. O yüzden Fil Rüyası oyununda kukla kullanıyoruz. Toplumun kuklaları. Çünkü bu piramid ezen ve ezilen ilişkisinden doğan dinamikler ile kendini devam ettirebilir. O yüzden nesnel bakışla ilerdiğimiz taktirde tahakkümün tüm çarklarını ve dişlilerini görebiliyoruz. Çarkın dişlisi olmak her kişi için mümkün. Çarkın kırılmasını sağlamak ise hem bireysel direniş hem de toplumsal örgütlenme ile mümkün. Yoksa mütehakkümcüler her zaman kimlikleri dönüştürmek ve kendisini büyütme çabasındadır.

Ayrıca Bakınız

Kukla kullanımı özel bir yerde ve hikayede “anne” rolünü taşıyanlar için tercih edilmiş. Beden kuklalarının hikayede taşıdığı yere dair ne söylemek istersin?

Toplum tarafından baskılanmış ve kuklalaştırılmış kimlikleri kukla yapmak text üzerine ilk çalışmaya başladığımız zaman aklımıza gelen ilk fikirlerdendi. Birisinin kuklası olmak dünya görüşümüzü yani iplerimizi tamamiyle baskılanarak o kişilere teslim ettiğimiz anlamına gelir. O anne karakterini ve teyze karakterini kukla yapmak çok iyi fikirdi. Çünkü oyundaki annesiz ve hem annesiz hem de babasız kalmış kız çocukları mütehakkümcüye çok açık karakterler. Toplumun kuklalarıyla ve çürümüşlükle mücadele eden kadınlar. Bana görkemli geliyor.

İnsanlık tarihinin kara bir lekesini işleyen Küller Küllere ve toplumumuzda kadının başkaldırı anlatısını dillendiren Fil Rüyası benim için anlatılmazsa olmayacak hikayelerdi. Bazı hikayeler nesnel bir şekilde anlatıldığı zaman toplumsal bir fayda sağlıyor.”

“Küller Küllere” ve “Fil Rüyası”, genç bir yönetmen olarak profesyonel anlamdaki ilk iki oyunun. Bu iki oyunla başlamaktan, zor bir yerden ilk adımı atmaktan memnun musun?

Zor bir yolculuk seçtiğimin kesinlikle farkındayım. İlk anımdan şu anıma dek fazlaca yorucu süreçlerden geçtim. İlk yola çıkış hikayem “Anlatılması gerekli, anlatılmaya değer şeyleri ele alacağım”dı. Bu kendime verdiğim sözü tutuyorum. Ezcümle; insanlık tarihinin kara bir lekesini işleyen Küller Küllere ve toplumumuzda kadının başkaldırı anlatısını dillendiren Fil Rüyası benim için anlatılmazsa olmayacak hikayelerdi. Bazı hikayeler nesnel bir şekilde anlatıldığı zaman toplumsal bir fayda sağlıyor, zannımca.

2019 yılında mezun olmuşsun ve tiyatro dünyasına adım atar atmaz önce pandemi, ardından da ekonomik krizin yaşayan bir sanatçı olarak, şu anki tabloyu nasıl görüyorsun?

Mücadelemizin her geçen gün arttığı bir dönemden geçiyoruz. Tiyatro politik bir sanattır ve dilinin kemiği yoktur, apolitik olamaz. Yoksa sadece güzel bir dekordan ibaret bir şey izleriz. Ben yaptığım paylaşımlar vasıtasıyla işsiz bırakılmış çoğu oyuncudan biriyim. Pandemi sürecinde asistanlığını yaptığım oyunlar dahil çoğu oyunun iptaline şahitlik ettim. Şu süreçte de yapımcılığını yaptığım oyunların iptal olmaması ve insanlarla buluşması için, çabalarıma devam ediyorum. Dayanışmanın ve birlik olmanın önemini en çok anladığımız bir dönemden geçiyoruz. Bu günlerin de bizim için en güzel şekilde sonuçlanacağını umuyorum.

 

  • Müphem Tiyatro’nun “Küller Küllere” oyununu 22 Nisan’da Claphall’da, 17 Mayıs’da Eksi On Altı Mekan’da izleyebilirsiniz. BiTiyatro’nun “Fil Rüyası” ise 2 Mayıs’da Kadıköy Eğitim Sahnesi’nde olacak.

Tüm Hakları Saklıdır 2024 - Tasarım: Merhaba Grafik