Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün (ITI), 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi’ni bu yıl Norveçli oyun yazarı Jon Fosse yazdı. Fosse bildirisinde “Savaş ve sanat birbirine karşıttır, savaş ve barış birbirine karşıttır -bu kadar basit” vurgusu yaptı. Doç. Dr. Esra Dicle’nin Tiyatro… Tiyatro… dergisi için Türkçeye kazandırdığı bildiriyi iki dilde aynen yayınlıyoruz.
Sanat Barıştır
Her insan benzersizdir ve yine de diğer herkese benzer. Elbette dış görünüşümüz başkalarından farklıdır, bu tabii ki iyidir, ancak içimizde, her birimizin sadece kendisine ait olan bir şey vardır -kişiye özgü olan. Bunu kişilerin özü ya da ruhu olarak adlandırabiliriz. Ya da kelimelerle hiç etiketlemeden, onu rahat bırakabiliriz.
Fakat ne kadar birbirimizden farklı olursak olalım, aynı zamanda birbirimize benziyoruz da. Hangi dili konuşursak konuşalım, hangi ten rengine, hangi saç rengine sahip olursak olalım, dünyanın her yerindeki insanlar temelde benzerdir. Aynı anda tamamen aynı ve tamamen farklı oluşumuz belki bir paradoks gibi görünebilir. Belki de insan temelde paradoksal bir varlıktır; beden ve ruhun bir aradalığı ile -hem bu dünyaya ait somut varoluşa temellenen hem de bu dünyaya ait maddi sınırları aşan bir şeyi aynı anda kapsarız.
Sanat, iyi sanat, eşsiz olanla evrensel olanı harika bir şekilde birleştirmeyi başarır. Bizim için farklı olanı -yabancı da diyebiliriz- evrensel olarak anlamamızı sağlar. Bunu yaparak diller, coğrafi bölgeler, ülkeler arasındaki sınırları yıkar. Sanat sadece insanların bireysel özelliklerini değil, başka bir anlamda, her topluluğun, mesela her ulusun özel niteliklerini de bir araya getirir. Sanat bunu, farklılıkları ortadan kaldırarak ve her şeyi aynı hale getirerek değil, tam tersine, neyin bizden farklı, bizim için tuhaf ve yabancı olduğunu göstererek yapar. Tüm iyi sanatlar tam da bunu içerir: yabancı bir şeyi, tam olarak anlayamadığımız ve aynı zamanda bir şekilde anladığımız bir şeyi. Bunun bir tür gizem olduğunu söyleyebiliriz. Bizi büyüler, sınırlarımızı aşmaya zorlar, böylece tüm sanatların hem içinde barınan hem de bize yol gösteren aşkınlığı yaratır.
Zıtlıkları bir araya getirmenin daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Bu yol, dünyada sıklıkla gördüğümüz, genellikle teknolojinin bize sunduğu en insanlık dışı icatları kullanarak farklı, özgün, yabancı olan her şeyi imha etme eğilimine saplanan şiddetli çatışmaların tam tersi bir yaklaşımı içerir. Dünyada terör var. Dünyada savaş var. İnsanların başkalarını, yabancıları, büyüleyici bir gizem gibi görmektense kendi varoluşu için tehdit sayma içgüdüsü tarafından yönlendirilen hayvani bir tarafı var. Bu benzersizlik -hepimizin görebildiği farklılıklar- ardında farklı olan her şeyin kökünün kurutulması gereken bir tehdit olarak görüldüğü bir kolektif aynılık bırakarak kaybolup gidiyor. Dışarıdan, örneğin din veya siyasi ideolojide, farklılık olarak görülen bir şey, yenilmesi ve yok edilmesi gereken bir şeye dönüşüyor. Savaş hepimizin içinde yatan, benzersiz olan şeye karşı yürütülüyor. Ve bu aynı zamanda sanata, tüm sanatların içinde yatan şeye karşı bir savaş.
Burada genel olarak sanattan bahsettim, özel olarak tiyatro veya oyun yazarlığından bahsetmedim, ancak dediğim gibi tüm iyi sanatlar derinlerde aynı şeyle ilgilidir: tamamen benzersiz olanı, tamamen özgün olanı evrensel hale getirmekle. Sanatsal ifade aracılığıyla özel olanı evrensel olanla birleştirmek, özgünlüğünü ortadan kaldırmak değil, aksine özgünlüğü vurgulamak, yabancı ve tanıdık olmayanın açıkça parlamasına izin vermekle.
Savaş ve sanat birbirine karşıttır, savaş ve barış birbirine karşıttır -bu kadar basit.
Sanat barıştır.
Art is Peace
Every person is unique and yet also like every other person. Our visible, external appearance is different from everyone else’s, of course, that is all well and good, but there is also something inside each and every one of us which belongs to that person alone—which is that person alone. We might call this their spirit, or their soul. Or else we can decide not to label it at all in words, just leave it alone.
But while we are all unlike one another, we’re alike too. People from every part of the world are fundamentally similar, no matter what language we speak, what skin color we have, what hair color we have. This may be something of a paradox: that we are completely alike and utterly dissimilar at the same time. Maybe a person is intrinsically paradoxical, in our bridging of body and soul—we encompass both the most earthbound, tangible existence and something that transcends these material, earthbound limits.
Art, good art, manages in its wonderful way to combine the utterly unique with the universal. It lets us understand what is different—what is foreign, you might say—as being universal. By doing so, art breaks through the boundaries between languages, geographical regions, countries. It brings together not just everyone’s individual qualities but also, in another sense, the individual characteristics of every group of people, for example of every nation. Art does this not by levelling differences and making everything the same, but, on the contrary, by showing us what is different from us, what is alien or foreign.
All good art contains precisely that: something alien, something we cannot completely understand and yet at the same time do understand, in a way. It contains a mystery, so to speak. Something that fascinates us and thus pushes us beyond our limits and in so doing creates the transcendence that all art must both contain in itself and lead us to.
I know of no better way to bring opposites together. This is the exact reverse approach from that of the violent conflicts we see all too often in the world, which indulge the destructive temptation to annihilate anything foreign, anything unique and different, often by using the 2 of 2 pages most inhuman inventions technology has put at our disposal. There is terrorism in the world. There is war. For people have an animalistic side, too, driven by the instinct to experience the other, the foreign, as a threat to one’s own existence rather than as a fascinating mystery. This is how uniqueness—the differences we all can see—disappear, leaving behind a collective sameness where anything different is a threat that needs to be eradicated. What is seen from without as a difference, for example in religion or political ideology, becomes something that needs to be defeated and destroyed. War is the battle against what lies deep inside all of us: something unique. And it is also a battle against art, against what lies deep inside all art.
I have been speaking here about art in general, not about theater or playwriting in particular, but that is because, as I’ve said, all good art, deep down, revolves around the same thing: taking the utterly unique, the utterly specific, and making it universal. Uniting the particular with the universal by means of expressing it artistically: not eliminating its specificity but emphasizing this specificity, letting what is foreign and unfamiliar shine clearly through.
War and art are opposites, just as war and peace are opposites—it’s as simple as that.
Art is peace.