Har Teatra, ilk oyun olarak Albert Camus’nün romanından serbest esinle yazılmış ve 1950’lerin sonu İstanbul’unda geçen “Düşüş”ü sahneliyor. Vicdanın suskunluğunu sahnede sorgulayan tek kişilik bir anlatı olan oyunu yazan ve oynayan Engin Emre Değer’e üçüncü göz (danışman) olarak Cenk Dost Verdi katkıda bulunmuş. Sahne tasarımı Serkan Özer’e, ışık tasarımı Alev Topal’a, kostüm tasarımı Selda Durna’ya ati olan oyunun ses ve müzik tasarımı Merve Menekşe Özer ve Adnan Akdağ’ın imzalarını taşıyor. Dijital sahne tasarımı Deniz Kurtuluş, görsel AI tasarımı Abdulkadir Kapıcıoğlu ve Öner S. Biberkökü tarafından yapılmış.
BİREYSEL DEĞİL, TOPLUMSAL BİR HESAPLAŞMA
Oyunun baş karakterı Reşat Nezih Darcan, gecenin geç saatlerinde Galata’daki bir meyhanede seyircinin karşısına çıkıyor. Bir zamanlar “cumhuriyetin seçkin avukatı” iken “geçmişiyle hesaplaşan” bir ‘tövbekâr yargıç’a dönüşen ana karakter, bu hesaplaşmayı bireysel bir yerden değil 6-7 Eylül Pogromu’na uzanan bir toplumsal hafıza katmanıyla yapıyor. Devletin “göz yumduğu” şiddet, kolektif inkârın diliyle iç içe geçerken, Reşat Nezih bizzat tanık olduğu, ancak sessiz kaldığı bir geceden kalkarak hafızayı zorlamaya başlıyor. Sessizlikler zamanla itirafa dönüşürken, yine de esas gerçeği açık etmiyor ve asıl anlam, söylediklerinde değil, söyledikleriyle neyi örttüğünde gizli kalıyor.
Har Teatra, “Düşüş” ile 29 Kasım’da Ara Sahne’de, 26 Ocak’ta Moda Sahnesi’nde olacak.

“Düşüş”
Yazan ve Oynayan: Engin Emre Değer
Üçüncü Göz: Cenk Dost Verdi
Sahne Tasarımı: Serkan Özer
Işık Tasarımı: Alev Topal
Ses ve Müzik Tasarımı: Merve Menekşe Özer, Adnan Akdağ
Kostüm Tasarımı: Selda Durna
Dijital Sahne Tasarımı: Deniz Kurtuluş
Görsel AI Tasarım: Abdulkadir Kapıcıoğlu, Öner S. Biberkökü
Afiş Tasarımı: Lidya Işık, Mert Can Sulupınar
Oyun Fotoğrafları: Erhan Arık
Video: Doğan Belge, S. Koray Uğurlu
Dekor Uygulama: Hüseyin Tilki
İçerik Danışmanı: Serdar Korucu
Destekçiler: Gülen Seda Tan, Fidel Kılıç
Süre: 80 dakika (tek perde)
HAR TEATRA
Engin Emre Değer’in öncülüğünde geçen yaz kurulan Har Teatra, adını Kürtçe’de “yaramaz çocuk” ve “sıcaklık/kıvılcım” anlamlarına gelen “har” sözünden alıyor. Çoğulculuğu, çok sesliliği, dayanışmayı ve
sahnede tutkuyu merkezine alan tiyatro topluluğu kendini şu sözlerle tanımlıyor: “Hayatta ve tiyatroda çoğulculuğu, çok renkliliği, çok sesliliği, neşeyi ve yaşama sevincini önceliyor; sahnede tutkuya ve üretirken dayanışmaya inanıyoruz. Bizim için tiyatro yalnızca bir sahne değil; yerelin derin köklerinden evrensele yönelimin, geçmişle yüzleşerek bir arada adil bir geleceği kurmanın, hafızayı diri tutup müşterek belleği iyilik içinde yeniden inşa etmenin bir yolu. Daha yolun başındayız; ama birlikte çoğalacak, büyüyecek, yeni hikâyelerle buluşacağız. Her oyunda yeniden soracak, yeniden hatırlayacak, yeniden kuracağız — çünkü bu sadece bir başlangıç; bundan sonrası sahnede, birlikte.”

“Düşüş” / Yazarın Notu
ENGİN EMRE DEĞER
Bu oyunu, Albert Camus’nun 1956 tarihli Düşüş (La Chute) romanından esinle serbest bir uyarlama olarak tasarladım. Camus’nun bu eseri yazmasına esin kaynağı olan, Seine Nehri’nden çıkarılan bedeni ve ölümsüz yüz ifadesiyle dönemin sanatçılarında derin bir iz bırakan “meçhul kadın”ın figürü, sadece Paris’te değil, bu coğrafyada da yankılandı. Bu bağ, 1950’ler İstanbul’unda geçen, kadın intiharları ve etnik şiddetle yüzleşen alternatif bir Düşüş evreni kurma fikrini doğurdu bende.
6-7 Eylül 1955 Pogromu’nun hemen ardından Galata’daki bir meyhanede Camus’nun Jean-Baptiste Clamence’inden ilhamla, bir tanıklık ve sahte vicdan anlatısının yerli karşılığı olarak Reşat Nezih Darcan doğdu. Pogrom sırasında şiddete uğrayan bir Rum kadının muhtemel intiharına sessiz kalan bu anlatıcı ile, karakterin kendi iç çöküşü üzerinden seyircide vicdani bir hesaplaşma alanı açmayı amaçladım.
Bu projeyi geliştirirken ilk başta 6-7 Eylül’e dair doğrudan bir referans zihnimde yoktu. Tek kişilik bir oyun metni bulmak amacıyla araştırmalar yaparken bir arkadaşımın önerisi ile Camus’nun Düşüş’ünü ilk okuduğumda, metnin Amsterdam’a Hollanda ve Fransa’ya dair yerel kodlarla dolu olan yapısı bana içinden evrensel bir hikaye bulamayacakmışım hissi vermişti. Tekrar eden her okumamda bu bakışım değişti ve metni yerelleştirir de İstanbul’a uyarlasam nasıl olur diye düşünmeye başlamıştım. Sait Faik’in İstanbul öykülerine, Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanına geri döndüm; oradaki sokaklara, meyhanelere, yoksul ve görünmez kılınmış yaşamlara baktım. 1950’ler İstanbulu ile ilgili sosyo-ekonomik, kültürel ve mimari dönüşümleri araştırdım. Camus’nun Mexico City adını verdiği barın, bu topraklarda bir meyhaneye karşılık gelebileceğini düşündüm. Fakat Camus’nun eserindeki kadın olgusu bendeki tahayyülde İstanbul’da karşılığını bulamıyordu. Sonra kendime şu soruyu sordum: Camus bu eseri 1956’da yazıp yayımlarken İstanbul’da neler oluyor, kadınlar ne yaşıyordu? Ve o anda bu coğrafyada 6-7 Eylül 1955’in yaşandığı düştü aklıma, ardından arşiv çalışmaları ile okuduğum anılar ile birçok kadının bedenine şiddetin en ağır halleriyle zulmedildiğini ve yaşlı genç birçok kadının tecavüze uğradığını ve intihar ettiğini öğrendim. Bir utanç meselesi haline getirilmiş ve yüzlerce kadının bu yaşadıkları açık edilmemişti. O kadınlarla bu toplumun bir erkeği olarak hiçbir zaman yeterli empatiyi kuramayacağımı biliyordum, buna kalkışmak bile bana hadsizlik gibi gelmekteydi. O günlerde yaşananlar, ancak bugün cesaretini toplayabilenlerin hatıraları ile kısmen dile gelebilmekteydi. Oysa her gün düşünsel bombardımanı altında kaldığımız “eril devletin” fail dilini ne yazık ki daha iyi tanımaktaydım. Meçhul kadın Seine Nehri’ne değil de Galata Köprüsü’nden Haliç’e atlamış olsaydı, failin kendinde cisimleştiği Reşat Nezih Darcan nasıl bir hikâye anlatırdı? İşte bu soruyla birlikte, sahnede anlatmak istediğim hikâye şekillenmeye başladı ve karakter dile geldi.
Kadınlara yönelik her türlü şiddetin tarihsel sürekliliği ve hala, gün geçtikçe artan şekilde yine devlet eliyle kanıksatılıp cezasız bırakılıyor olması beni bu toplumun bir paydaşı olarak çaresizlik hissiyle derinden sarsıyor. Bu nedenle, elimden geldiğince bir şey yapmam gerektiğine inanıyor, bu meselenin sadece bireysel bir vicdan meselesi değil, toplumsal bir sessizlik alanı olarak da yakıcı ve kadınlara karşı eşitsiz yanının 70 yıl da geçse hala sürüyor olduğunu sahnede görünür kılmaya çalışmak istiyorum.
Bu arka planla kaleme aldığım oyun metni, toplumsal cinsiyet eşitliği, azınlık hakları, kültürel miras ve toplumsal hafıza gibi temalarla doğrudan ilişkilidir. Oyunun anlatısı, İstanbul’un çok kültürlü geçmişiyle yüklü de olsa, orayla sınırlı kalmadan Van’dan Mersin’e, Artvin’den Diyarbakır’a uzanan bir coğrafyada sahnelenecek; böylece farklı yerel hafızalarda benzer yüzleşmelerin imkânı araştırılacaktır. Bu nedenle oyun, tarihsel doğruluğu gözeterek belgesel tiyatro unsurlarıyla, çok dilli karakterlerle ve estetik bağlamda çoklu medya unsurlarını da içinde barındıran epik bir yapıda oluşturulmuştur.
Bu projeyle birlikte, temsilin ötesinde bir yüzleşme alanı açmak istiyorum. Sahnede anlatılan hikâyeler kadar, bastırılanların, söylenmeyenlerin ve unutturulanların da sesi olabilmek arzusundayım. Camus’nun Düşüş’ünde yankılanan sessizliği, bu toprakların tarihsel suskunluklarıyla kesiştirerek; izleyiciyle karşılıklı bir tanıklık deneyimi kurmayı hedefliyorum. Çünkü bazen en derin düşüş, yalnızca bir kişinin değil, bütün bir toplumun görmezden geldiği bir anın içinden gelir.

