Estetik Bir Mesele Olarak, Ölmek ya da Ölmemek!
Öyle yük vurmuşlar ki sırtına; işçi sınıfının beli kırılmış yatıyor. Bağırsakları yatmaktan düğüm olmuş; nefesi hepi topu 10 adımlık. Olacak iş değil! Koskoca bir sınıf isyanının arefesinde yazılmış bir metinde işçi sınıfının simgeleştirilmesine bak! Halsiz, mecalsiz, homofobik ve epey de sevgisiz bir baba. Babamız, amele sınıfımız…
“Babamı Kim Öldürdü”, oyunun adı bu. Soru işareti yok. Ortada pek bir soru yok çünkü, öyle berrak. Fransa’daki Sarı Yelekliler isyanının bir iki ay önce yayınlanmış bir romandan uyarlama, yazarı Edouard Louis de Sarı Yelekliler hareketinin aktif bir destekçisi. Sarı Yelekliler’in her birini babası ile özdeşleştiren, onlara edilen her küfrü babasına edilmiş sayan, her aşağılandıklarında öfkeyle ayağa fırlayan genç ve ünlü bir yazar. Otobiyografik özellikler taşıyan romanını Berlin’de Schaubühne sahneye taşıyor, Türkiye’de Moda Sahnesi. Berlin’de sahneye yazarın kendisi çıkıyor, İstanbul’da Onur Ünsal. Çok katmanlı, çok zamanlı, ilk elden biraz karmaşık gibi görünse de fikri berrak bir oyun var sahnede. Bir ucu babaya öfkeli bir ağıt; öbür ucu burjuvaziye bir kavga daveti. Daha başından ölüme mahkum edilmiş yoksullar adına bir direniş bildirisi.
Öncelikle, Moda Sahnesi’nde aylar sonra bir cesaret izleyebildiğimiz oyun hakkında biraz bilgi verelim. Geçmiş ile bugün arasından sıçraya sıçraya ilerliyor metin; parçalı dev perdeye oyun boyunca yansıyan görüntüler de öyle. Sahnenin solunda bolca kitap, bolca bilgiyle dolu bir masa, sağında oksijen tüpüyle hayata tutan işçinin hasta yatağı. Cansu Aslan, yazarın “Siyaset, egemenler için, estetik bir meseledir: Bir tür kendine yoğunlaşma yöntemi, bir tür dünyayı algılama tarzı, kişiliğini inşa etme biçimidir. Bizler içinse ölmek ya da yaşamak anlamına gelir” yargısını hatırlatan bir sahne düzeni tasarlamış. İşçi sınıfı, siyasetin nesnesi olarak kaldığından olsa gerek, cennete gidememiş, daha çok arafta azap çekiyor gibi. Dengin Ceyhan’ın müzikleri ilk anda biraz yoğun kullanılmış hissi verse de, bütünün en işlevsel parçalarından biri olarak öne çıkıyor. Yönetmen Kemal Aydoğan’ın dinamik rejisi 100 dakika süren zorlu bir performansın pür dikkat izlenebilmesini mümkün kılıyor. Onur Ünsal’ın duygu geçişlerini, zaman zaman eş zamanlı duygu karmaşalarını yansıtmadaki ustalığı takdire şayan. Karakterin farklı yaşlarını yansıtmaktaki başarısı da öyle. Keşke Berlin’de yazarın bizzat oynadığı rejiyi izleme ve bir anlamda kendini oynayan yazarı Onur Ünsal karşılaştırma olanağı olsaydı. Ah pandemi!
YAŞAMAMIŞ BABALARIN ERKEN ÖLÜMÜ
Eşcinsel ve eylemci bir karakterin farklı yaşlarda babası ile yaşadığı gerilimler geliyor önce sahneye. Çocuğun büyümüş, yazar olmuş hali anlatıyor bize bunları. Bir hesaplaşma tiradı gibi akıyor metin. Daha doğrusu öyle sanılıyor, yazar da öyle istiyor gibi. Öfkeli biçimde, yer yer bağıra çağıra hesap sorulan bir baba var sahnede. Biz göremiyoruz, ama hissediyoruz. Eşcinsel bir çocuğun amele babasının “erkeklik dayatmaları” ile çatışa çatışa, sevgisizlik ile dövüşe dövüşe büyümesinin hikâyesini dinliyoruz, ilk ağızdan. Bir mektup yazar gibi konuşuyor yazar. Geçmişi tüm detaylarıyla anlatırken ilmek ilmek ördüğü bir gerçek var. Kendi mağduriyetinin resmini çizerken, “yaşayamamış” bir baba figürü canlanıyor.
Kimliği yaptıklarıyla değil, yapamadıkları ile tanımlanmış işçi bir baba. Bu ara pek popüler olan psikoterapi dizileri ya da o ağdalı işçi sınıfı filmleri, romanları gibi klişe yağmuru yok. Bu hikâyede amele sınıfı nefessiz, mecalsiz ve çokça sevgisiz olarak resmediliyor, Yaşar Usta çağrışımlı ağdalı övgüler de yok. Zaten öğreneli çok oldu, “gerçek hayat”ta öyle bir işçi sınıfının hiç var olmadığını… Baba“kendisi için sınıf olamayan”lardan herhangi biri işte! Egemenler onun hayatı üzerinde “siyaset” yaparken, sevgisiz ve umarsız bir amele olarak ömrünü berhava etmiş bir fani, o kadar. Dikkatli izleyici “mutlu çocukluk anısı olmayan” yazarın, bilinçaltının karanlık tünellerinde dolaşan Freudyen saptamalarla işi olmadığını hemen anlıyor. Baba-oğul çatışması üzerine kesilecek tüm ahkamlar, eğer bir ucu “siyaset”e ve insan hayatını nesneleştiren burjuvaziye uzanmıyorsa, en azından bu oyun için boş laftan öte anlam taşımıyor. İşçi sınıfının “bir evladı” ve elbette “bir parçası” olarak yazarın derdi bambaşka. Burjuvanın “estetik bir uğraş olarak siyaset” yaparken, hiç yaşamadan erken ölüme terk ettiği “amele sınıfı” için söz söylemek. Chirac’ın, Hollande’ın, Sarkozy’nin, Macron’un adım adım sakatladığı, aç bıraktığı ve ölüme terk ettiği babasını ve tüm işçileri anlatıyor. “Babamı Kim Öldürdü”de temel müsebbip olarak sıralanan bu isimler pekala yerini dünyanın herhangi bir yerinden bir başka siyasetçi silsilesine bırakabilir.
İŞÇİ SINIFININ İNCİNEN ONURU
Edouard Louis’in bu oyun ile sınırlı olmayan net bir tutumu; işçi sınıfının bugüne dair etkili analizleri var. Sarı Yelekliler hareketi, bugünün Avrupa işçi sınıfının durumu yazarın ana konularından birini oluşturuyor. Çocukluğu, cinsel kimliği ve elbette zorlu yaşam deneyimleri de fikirlerinin odak noktasında yer alıyor. 2017’de The New York Times’a yazdığı makalede, “Neden Babam Le Pen’e Oy Veriyor” başlıklı bir analiz yapıp, işçi sınıfı ve yoksulların ırkçılığa kaymasında “solun değişen öncelikleri” olduğunu söylüyor örneğin. Sarı Yelekliler hareketi boyunca aşağılanan, hor görülen yoksulların sesi olurken, Fransız işçi sınıfının gündelik yaşamında var olan, ancak görülmek istenmeyen gerçekleri de açığa çıkarıyor. Bu kısımlar biraz güncel siyasetin dertleri gibi görünse de, oyunun önemli bir katmanı tam olarak burası. Oyunda “Siyasetle ilgileniyor musun, hâlâ?” diye soran babasının, gençliğinde üye olduğu sol bir partiye gönderme yaptığını biliyor yazar. Neoliberal saldırının adım adım yarattığı “siyasetsiz amele sınıfı”nın özeti bu bakış açısında gizli; “özne” olması gereken sınıfın “nesne” haline gelmesinin de izahı burada.
Güçlü ve yıkılmaz sanan erkeklik bir iş kazası ile aciz hale düşerken, zayıf görünen “akıl ve incelik” bir yazar olarak, çoğu vazgeçmişken sınıfın sesi olmayı başarıyor. İşçi sınıfı beli ezilmiş yatarken “Haklısın, galiba bir devrim şart” demesi gecikmiş bir özeleştiri oluyor ancak. Oyunda kendi mağduriyeti nedeniyle babaya öfkeyle başlayan yüzleşme, babanın da mağdur olduğu fikriyle ilerliyor. Başta şiddet eğilimi ve homofobi olmak üzere pek çok hastalıklı sorunun kaynağında sistemli bir aşağılanma olduğunu görmek zor olmuyor.
ÖLMEK YA DA ÖLMEMEK!
Oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan’ın rejisi, çok katmanlı ve çok boyutlu oyun metnini karmaşık havasından kurtarıp, yazarın ortaya koyduğu soruları daha anlaşılır hale getiriyor. Böylesi zorlu bir dönemde tiyatro yapmak kadar, oyun tercihleri de önemli muhakkak. Belimizi ezip bizi açlığa ve yok oluşa sürükleyen burjuva siyaset, pandemi koşullarında da farklı değil çünkü. Kimlerin erken öleceğine, kimlerin yaşayacağına karar verme hakkını kendinde görüyor.
Moda Sahnesi, bu oyunla “Siyaset ile ilgileniyor musun, hâlâ?“ sorusuna yanıt vermekle kalmıyor, yeni bir de soru ekliyor: “Tiyatro ile ilgileniyor musun, hâlâ?”. Bugünlere ikisi de benzer anlamlara geliyor artık. Egemenler için “estetik bir mesele” olan siyaset, işçi sınıfı gibi tiyatro kurumları için de “ölmek ya da ölmemek” anlamına geliyor artık. Yarın ne olacağını bilemezken sezonu yeni bir oyunla açan Moda Sahnesi de “egemen siyaset”in reflekslerinin fazlasıyla farkında olmalı. Attıkları adımlarla Rohan Kralı Theoden’in sözlerini fazlasıyla hatırlatıyorlar çünkü: “…eğer bu bir son olacaksa, dillere destan bir son olsun.” Ne yapalım, biz de maskeleri çifter çifter takıp, gideriz peşlerinden, el mecbur.