Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Tiyatro oyun değil, oyunbozan bir sanattır
Oyun yazarı ve dramaturg Fatma Gülâra Işık Tuğcu ile tiyatroyla buluşma öyküsünü, dramaturjiyi, yayımlanmış ve yayımlanacak çalışmalarını konuştuk; sanata, tiyatroya, dramaturjiye dair kimi soru işaretlerine birlikte yanıt aradık.
İSMAİL SARP AYKURT
Sizi, sizden dinlemek istiyoruz öncelikle. Bildiğimiz kadarıyla, tiyatroya yoğun bir merakla başlayan bir serüven sizinki. Hem oyunculuk ve tiyatro eğitimi hem de daha sonra yazarlık ve dramaturgluk… Nihayetinde ise Çukurova Üniversitesi yılları ve sizi Ziraat Fakültesi’nden tiyatro alanına taşıyan dinamikler…
Öncelikle teşekkür ederim, sitenizin yayın hayatının uzun ve inşa ettiğiniz nitelikte devamını dilerim. Benim serüvenim de bu ülkedeki pek çok gencin serüvenine benziyor. Üniversite zamanı geldiğinde fen alanından tercih yapmam gerekiyordu. Çünkü teknik lise kimya bölümünde okuyordum ve alan dışında tercih ettiğiniz bölümü kazanma şansınız katsayıdan dolayı çok azdı. Zootekni Bölümü’nde okuyordum ve dersler gerçekten çok ağırdı. Bölümün kitaplarından çok tiyatro, edebiyat kitaplarım vardı. Çocukluğumdan beri okumayı çok seven birisiydim ki bunda babamın kütüphanesinin payı büyüktür. Rus edebiyatının başlıca eserlerini daha liseye başlamadan bitirmiştim. Üniversite ortamı, sosyal ve kültürel anlamda gelişimime çok katkı sundu ve isteklerimi belirginleştirdi. İsteklerimin arkasından gitme cesaretini verdi. Böylece Adana Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’ne kaydoldum.
Sonra o vesile ile Adana Devlet Tiyatrosu’nda, Özdemir Nutku’nun yönettiği “Midası’ın Kulakları” oyunda yardımcı oyuncu olarak profesyonel tiyatro dünyası ile tanışmış oldum. Dedikleri şey doğrudur, sahne büyülü bir yerdir. Tam hayal ettiğim gibiydi. O, ışıkların üstünde yandığı siyah boşluk, evrenin kara deliğiydi de bütün gizlerini açığa çıkarmaya yeminli gibiydi. Bunu teyit etmeye teyit etmiştim ama benim cesaretimin de bir sınırı vardı! Ziraat Fakültesi bırakıp o büyünün ardından gidemedim. Okul bitti, seneler geçti. İstanbul’da yaşamaya başladım. Biliyorsunuz orası, sanat, tiyatro, atölyeler anlamında çok fazla seçenek sunan bir şehir. İflah olmaz bir şekilde her oyunu izliyorum, bulduğum her atölyeye katılıyorum. Bir süre sonra bu atölyeler de kesmemeye başladı. Bu arada bir taraftan da kendi kendime yazıyorum, oyun, öykü, izlediğim oyunlar üzerine değerlendirmeler… Sonra bir baktım ki, Kocaeli Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi var, bu fakültenin Dramatik Yazarlık diye bir bölümü var ve bu bölüm de Hereke’de. Hereke’de trenle Tuzla’ya yirmi dakika. Hemen araştırdım, sınavına girdim. Üçüncülükle kazandım. Bir adresin olması, yazmanın, oyun yazarlığının eğitimini alacak olmam daha bir güven verdi. Daha disiplinli okumaya ve daha disiplinli yazmaya başladım. Hereke, küçük bir sahil kasabasıydı ama Güzel Sanatlar okumak için inşa edilmiş gibiydi.
Bulutsu bir ada ama bir ayağınız İstanbul’da bir ayağınız İzmit’te… Haydarpaşa treni sayesinde, dünya ile iletişimimiz kesilmiş değil. Onun dışında Hereke’nin güzelim yalısı, çay bahçeleri, yokuşlu yolları ve kampüsün senelik ağaçları, sahnenin günün her saati öğrencilere açık oluşu, öğrenciler için büyük bir şanstı. Ben mezun olduktan sonra maalesef Güzel Sanatlar Fakültesi taşındı. Böylece yazma edimi ve tiyatro akademik anlamda da mesleğim olmuş oldu. Dramaturgluk da bu eğitimin sonucunda gelen bir sıfat. Okuduğum fakültede, sahne sanatları bölümü üç ana sanat dalında ayrılıyordu: Oyunculuk, Sahne Tasarımı ve Dramatik Yazarlık. Türkiye’de pek çok üniversitede bölümle bu şekilde. Dramatik Yazarlık mezunları da oyun yazarı ve dramaturg olarak mezun oluyorlar.
Kadınlar hem kendi içlerinde hem toplumsal hayatın içinde her adımda çatışmayı içlerinde yaşıyorlar. Günlük hayatın her ayrıntısında; saçının biçiminden, giysisinden, eve giriş çıkış saatinden, beden ölçüsünden tutun da kendisiyle ilgili en belirleyici eylemlerine kadar bu çatışmayı an ve an yaşıyorlar.”
Eğildiğiniz konular arasında disiplinler arası bir bakışla ele aldığınız eleştirel ürünler var. Yine eserlerinizde “bizim gibi toplumlarda dramatik olanın kadın” vurgusu da yer alıyor. Bu eğilimin esas nedeni nedir? Ya da şu şekilde sorayım. Bunun nedeni Kadın Araştırmaları üzerine yüksek lisans yapmış olmanız olabilir mi?
Dramatik demek, içinde çatışma unsurlarını barındıran demektir ve dramatik metinlerde de hayatta da olaylar bu çatışan unsurlar üzerinden ilerler. Bu çatışan kavramları, olguları, karakterler temsil eder. Kurgudaki karakterler de hayattaki gerçek insanlar da yaşadığı toplumun kültürel kodlarından, tarihinden, inançlarından bağımsız olabilir mi? Olamaz. Her birey, içine doğduğu toplumun değerleri ile şekillenir. O toplumundaki kadınlıkları, erkeklikleri norm kabul eder. İşte toplumsal cinsiyet denilen şey de budur. Çatışma da buradan başlar. Kişinin birey olma yolunda istemleri ile toplum kuralları çatışmaya başlar. Olmak istediğiyle olması gereken kişilikler arasından gidip gelir ve kadınlar için bu sürece daha erken dâhil olur. Sokakta oynaması kısıtlanır, davranış ve tavırları didiklenir. Bu süreç kadının yaşı ilerledikçe farklı biçimlerle devam eder.
Ataerkil bir toplumda, erkek tahakkümüne farklı biçimlerde maruz kalan kadınlar için kendilerini birey olarak var etmek çok zorlu bir süreçtir. Cinsiyetçilik; türlü biçim ve şekillerde yaşamın tüm alanlarında mevcut ve ne yazık ki bunu sadece erkeklere indirgeyemeyiz. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi cinsiyetçi düşünce ve değerlere inanarak toplumsallaşıyorlar. Üstelik ataerkil imtiyazların hiç birinden faydalanmadıkları halde… Dolayısıyla kadınların ataerkiyi değiştirmeden önce kendilerini değiştirmeleri, içlerindeki çatışmayı birey olmaktan yana, kadın olmaktan utanmamaktan yana, kadınlığı gizlememekten yana ya da bir objeye dönüştürmemekten yana kullanmaları gerekir. Bunun için bilinç yükseltmemiz gerekiyor. Dramatik olan kadındır, derken bütün bunlara ek olarak şunu da söylemek istiyorum: Kadınlar hem kendi içlerinde hem toplumsal hayatın içinde her adımda çatışmayı içlerinde yaşıyorlar. Günlük hayatın her ayrıntısında; saçının biçiminden, giysisinden, eve giriş çıkış saatinden, beden ölçüsünden tutun da kendisiyle ilgili en belirleyici eylemlerine kadar bu çatışmayı an ve an yaşıyorlar. TV programlarına bakın; hepsinde kadınlar yarıştırılıyor: İyi yemek yapıp yapmadığına, iyi giyinip giyinmediğine, iyi temizlik yapıp yapmadığına göre, beden ölçülerine göre yarıştırılıyor, aralarından iyi olanlar, norma uyanlar, birinci ilan ediliyor.
Ataerkinin kodları kültürel, sosyal, ekonomik biçimlerde sürekli kadınlara olmaları gereken yeri hatırlatıyor. Dizilerden tutun, kadın programlarına, haberleri sunan spikerlere kadar hepsinde norm olan kadınlıklar dayatılıyor. Bir tahakküm sistemi olarak ataerki kurumsallaştırılıyor, kadının ikincilleştirilmesi, sömürülmesi meşrulaştırılıyor. Eşitlik talebinde bulunan, hayatın her alanında kendiyle barışık birey olma mücadelesi veren kadınlar da kendilerine yeni bir kimlik inşa ederken önce kendi içselleştirilmiş cinsiyetçilikleriyle yüzleşmiş, o kodları yenmiş olanlar arasından çıkıyor.
Erkek üstünlüğüne dayalı toplumsal düzende, kadınların ikincilleştirilmesi kadar erkekliğin bir tahakküm biçimi olarak nasıl inşa edildiğini anlamak da önemli… Erkeklikler de kendi içinde hiyerarşik bir dizgeye sahip. Hegemonik erkeklik kavramını irdelediğimizde bu tanıma uymayan erkeklerin de ikincilleştirildiğini görürüz. Bu anlamda erkekler de cinsiyetçiliğin olmadığı ortamlara ihtiyaç duyarlar.
Yine bu okumalar, ciddi bir yol ayrımını beraberinde getirdi. Sosyal bilimlerin, nicel ve nitel araştırmalarla doğruluğunu kanıtladığı bu kuramlar, kurmacada nasıl kullanılır, nasıl kullanılmalı, neye hizmet etmeli? Var olanı kutsamaya mı, yoksa var olanları etiketlerinden soymaya mı?”
Toplumsal cinsiyet rejimi kadın ve erkek karşıtlığı üzerinden kendini var eder. Kadınları, erkeklerin varlığı üzerinden tanımlar. Yine toplumsal cinsiyet, cinsler arası toplumsal ilişkileri düzenlemek için de kullanılır. Bu düzenekte kadın, erkeğin tahakkümüne bırakılır. Edebiyat, sanat, sinema bu kodları bozabilir de belletebilir de. Kadın Araştırmaları yüksek lisansı; feminizm, beden politikaları, hegemonik erkeklik, cinsiyetler arasındaki iktidar ilişkileri üzerine sistemli okumalar yapmamı sağladı. Bu okumalardan sonra metinlere, filmlere toplumsal cinsiyet analiz kategorisi ile bakma yetisini kazandım ve ne kadar çok şeyi normalleştirdiğimizi fark ettim. Alttan alta işleyen cinsiyetçiliği, içselleştirdiğimiz cinsiyet rollerini, kendi düşüncemiz gibi sıkı sıkı sahiplendiğimiz yargıları fark ettim. Bununla beraber, bu bakış açısı aynı zamanda şunu da gösteriyordu; sanatın, edebiyatın, sinemanın, tiyatronun büyük bir dönüştürme ve kutsama gücü var.
Tezi yazım sürecinde (Jean Genet Oyunlarında Cinselliğin İnşası; Balkon ve Sıkıgözetim Oyunlarında Hegemonik Erkeklik. –ŞYK Kitap tarafından basıldı) sosyal bilimlerin gösterdiği kuramlar, kurmacada nasıl kullanılır, nasıl işler, çatışan unsurların sosyolojik dizgedeki yeri nedir, bu unsurların tarihsel inşa süreci nasıldır, karakterlerin eylemlerinin, yönelimlerinin altında yatan sosyal bulgular nelerdir; gibi sorularla oyunlara bakmamı, irdelememi sağladı.
Yine bu okumalar, ciddi bir yol ayrımını beraberinde getirdi. Sosyal bilimlerin, nicel ve nitel araştırmalarla doğruluğunu kanıtladığı bu kuramlar, kurmacada nasıl kullanılır, nasıl kullanılmalı, neye hizmet etmeli? Var olanı kutsamaya mı, yoksa var olanları etiketlerinden soymaya mı?
Tam da burada yeri gelmişken toplumumuzdaki bir yanlış kullanıma dikkat çekmek isterim: Nerede samimiyetsiz, yalan, yanlış bir ilişkiler ağı, olaylar dizgesi olsa, “tiyatro yapıyorlar” şeklinde bir benzetme var. Oysa yukarıda söylemeye çalıştığım şey tam da bunun aksi. Bir çevrenin yararına, olayların gerçeklikten çıkarılması tiyatro değil, tabiri caizse tezgâh olabilir. Tiyatro, oyun değildir, tiyatro oyunbozan bir sanattır. Tiyatro, gerçeği tüm tarafları ve tüm geçmişiyle gösterir. Gerçeğin içindeki evrensel öze ulaşır. Bu yüzden dile yerleşmiş bu benzetmeden kurtulmak gerek.
Kuram kitabınızdan bahsettiniz. Tiyatro oyunlarınız var. Bunları üretme motivasyonu arasında neler var? Yoksa hepsi aynı şeyden, yani “sahne tozunun tutkusu”ndan mı kaynaklanıyor?
Sahne başka bir dünya gerçekten… Hayatın askıya alınıp zamanın, mekânın ötesine geçtiğimiz bir yer. Asıl gerçeklerin anlatıldığı yer. Hayatın kurgudan, oyundan arındığı yer. İnsanları, hissettikleri insan yapar, duyguları; sevinçleri, acıları, umutları, beklentileri. Bu ham insanlık hali, yönetenler için hiçbir zaman kullanışlı bir hal değildir. O halde insanın bu hallerinden mümkün olduğunca sıyırmak gerekir. İnsanlar arasındaki ayrım da buradan başlar. İnsanlık tarihi, insanın bu insanlık hallerinden sıyrılmasının, savaşların, sömürgeciliğin, ayrımcılıkların, ezen- ezilen kavgasının tarihi değil midir? Sahne, tiyatro; insanları zaman ve coğrafya ayrımı gözetmeden insanlığında buluşturur.
Tarihsel anın içinde değişmeyeni, evrensel olanı yakalar ve insanlığın sürekli gelişme, değişme ve değiştirme yeteneğinde olduğunu gösterir. Bu değiştirme ve insanı insanlık hallerinde buluşturma bana çok büyük bir güç gibi geliyor. Yazmamın itici gücü bu. Sanat, yazmak var olana karşı çıkıp yeniden yaratmak, değilse nedir? Edebiyat, döneminin düşüncelerini, istek ve ihtiyaçlarını, umutlarını temsil eder, evet ama bununla beraber sanat, insanlığı, insanlığın değişmeyen özünü de temsil eder: Erdemi, adaleti, suçu, suçluyu, güzeli, çirkini arar. Bu yüzden dönüştürücüdür. Aşikâr olanın, güvenli olanın sorgusu, gündelik hayatın ötesine geçme, sıradanın dışına çıkma arzusu ve insanda yaşama arzusu hatta yaşama ihtiyacı uyandırmaktır, bana göre.
Toplumun acılarını duymak, sonra o acıyı deşmek, ortaya koymak ve onu sağaltma ihtiyacı; bütün bunlar yazmanın dinamosu. Sahne için yazmak başka bir şey. Üç oyunum var. Bu Mitos Boyut Yayınevi’nden; (Toplu Oyunlar 1 Geceye Gelin / Karanlığa Fener / Sevgili Mayra) çıktı. Üç oyununda temel derdi, yukarıda çerçevelendirmeye çalıştığım zemin üzerinde şekilleniyor. Geceye Gelin; düğün gecesi işlenen cinayeti; eril şiddet, ataerkil kültür, şiddet, cinsiyet politikası üzerinden tartışmaya açıyor. Karanlığa Fener: Bir erkeklik sorgusu. Seven ama sevdiğini söylemekten utanan, ekonomik çıkmazın ve ağır erkeklik rollerinin altında kalmış, işportacı Hayri’nin hikâyesi. Haydarpaşa- Adapazarı treni ile okula gidip gelirken yaptığım gözlemlerden yaratılmış bir karakter. Sevgili Mayra: Toplumun “deli” saydıklarından. Deli olduğu savıyla özel bir kliniğe yatırılan Mayra’nın toplumla yüzleşmesinin hikâyesi.
Sahne için yazmak başka bir şey, öykü, roman yazmak başka bir şey. Tiyatro oyunları okunmak için sahnelenmek için yazılır. Öyküde, romanda yaptığınız betimlemeleri tiyatro oyununda yapamazsınız. Oyun yazarlığı, matematiksel bir iş. Oyun yazarı sahne göstergelerini etkili kullanmalı, dramatik yapıyı sağlam kurmalıdır. Özle biçimin uyması önemli. Bazen tiyatro dili ile anlatamadıklarım ya da yoğunlaşamadıklarım öykü yoluyla kendini var ediyor. “Bir Ağacın Bütün Kuşları” bu öykülerden oluşuyor. Onda da temel meseleler aynı. Günlük, sıradan, hayatın içinde var olmaya çalışan insanların hikâyeleri. Hepsinin de yazılma gerekçesi, ateşleyici gücü; bildiğimiz, kanıksadığımız, “hakikat” diye bellediğimiz kavramların örtülerini kaldırma ve altındaki insana ulaşma ihtiyacı…
Yazdığım ama içime sinemeyen oyunlar var, onlar üzerine çalışıyorum. Romandan sahneye uyarlamaya çalışmalarım var. Mümkün olduğunca oyun izlemeye çalışıyorum, bazılarının eleştirilerini yazıyorum, farklı dergilere. Yazarlık atölyeleri yapıyorum, zaman zaman.”
Tiyatro alanıyla sınırlı olacak şekilde soruyorum, ilgilendiğiniz esas konular arasında başka neler var?
“Jean Genet Oyunlarında Cinselliğin İnşası; Balkon ve Sıkıgözetim Oyunlarında Hegemonik Erkeklik” yüksek lisans tezimdi. Genet’nin tüm oyunlarını kapsayan bu çalışma iki oyunuyla sınırlandırıldı. Az önce anlattığım gibi işin kuramsal kısmının kazandırdığı bakış açısını, toplumsal cinsiyet analiz kategorisini Genet’nin diğer oyunlarında uygulamak isterim. Kate Millett’in böyle bir çalışması var: “Cinsel Politika” (Payel Yayınları, 2011) Romanlarda kadının nasıl işlendiğini ele alıyor. Ben de tiyatro literatürüne bu ayraçla bakmak isterim, ataerkilliğin kültürel kodlardaki izini sürmek. Karakterlerin temsiliyetlerinde cinsel politikayı deşifre etmek; bu bana çok heyecan verici geliyor. Ama çerçeveyi biraz daha daraltırsak, Jean Genet’in başta tasarlayıp sonra süre kısıtlamasından dolayı vazgeçmek zorunda kaldığım; Hizmetçiler, Paravanlar ve Zenciler oyununu da yine A. J. Greimas göstergebilim yöntemiyle incelemek isterim.
Yine tiyatro oyunları için notlar alıyorum. Yazdığım ama içime sinemeyen oyunlar var, onlar üzerine çalışıyorum. Romandan sahneye uyarlamaya çalışmalarım var. Mümkün olduğunca oyun izlemeye çalışıyorum, bazılarının eleştirilerini yazıyorum, farklı dergilere. Yazarlık atölyeleri yapıyorum, zaman zaman.
A. J. Greimas göstergebilim yöntemiyle yazdığınızı söylediniz tezinizi. Bu yöntemi biraz anlatabilir misiniz?
Greimas göstergebilimi; dilbilimde, felsefede, siyaset biliminde ve sanat yapıtlarında bilimsel bir inceleme yöntemi olan yapısalcı çözümleme yönteminin geliştirilmiş biçimi. Bu yöntem; öz itibariyle bir yapıtın, bir söylemin anlamını değil, anlam kuruluşunu çözümlemede yararlanılacak gereçleri sunar. Koşulları yorumlar. Anlamsal tümelleri saptar. Anlamın kuruluşundaki nesnelerin birbirleriyle bağlantılarını inceler. Nesnelerin arasındaki karşıtlıklar ya da özdeşlikler saptanır. Nesneler arasındaki bu bağıntılar, yapının ortaya çıkmasına hizmet eder. Greimas, metnin temelden yüzeye doğru üç katmandan oluştuğunu, anlamın söylemin değişik ögelerinin eklemlenmesiyle derin yapılardan birleşerek oluştuğunu söyler ve bu katmanları söyle sıralar: Söylemsel düzey (yüzeysel anlam), anlatısal düzey ve mantıksal-anlamsal (soyut ve derin anlam). Metinde bu ögeler tespit edildikten sonra eyleyenler şeması çıkarılır, ardından da meşhur Greimas dörtgeni çizilir.
Ben Jean Genet’in Balkon ve Sıkıgözetim oyunlarını incelerken kullandım, bu yöntemi. Her iki oyun da kapalı mekânlarda, yönetenlerin gözetiminde ve hegemonik erkekliğin merkezde olduğu bir dizgede ilerliyor. Greimas yöntemiyle, oyunlarda geçen tüm sözlü göstergeleri, karakterlerin işlevlerini, sahne göstergelerini, zamanın ve uzamın kullanılışını ve mantıksal-anlamsal düzeyin oluşturuluşunu açığa çıkartmaya çalıştım.
Dramaturg; sahnelenecek oyunu seçer. Bu seçimde seyircinin yapısını, potansiyelini, eğilimlerini göz önünde tutar. Bunun yanı sıra çalıştığı tiyatronun koşullarını, sahne olanaklarını, rol dağılımını yani oyundaki oyuncu sayısının karşılanıp karşılanmayacağını göz önünde tutar.”
Ayrıca Bakınız
Kendinizi “dramaturg” olarak da tanıtıyorsunuz. Bir dramaturg neler yapar? Tiyatronun neresinde kendisine yaşam alanı yaratıyor bu meslek?
Dramaturg, “Dramaturgi” kelimesinden geliyor. Dramaturgiyi ise, Özdemir Nutku, “Oyun Sanatbilimi” olarak tanımlıyor. Bunu biraz açarsak, tiyatro oyun yapısını kurabilme, bu tekniği inşa etme uzmanlığı diyebiliriz. Dramaturg, sahnelenecek metnin seçimi, metnin döneminin siyasal koşulları, yazarı üzerine yapılan araştırma, inceleme ve bilgileri toplama diğer yaratıcı kadro ile paylaşma, metnin sahnelenip seyirciyle buluşmasına kadar geçen tüm evre dramaturgi aşaması olarak tanımlanabilir.
Dramaturg, Eski Yunanca’da “Oyun Yazarı” anlamında kullanılmış. Sonra “Edebi Danışman” olarak tanımlanmış. Özdemir Nutku, “Oyun Sanatı Uzmanı” olarak tanımlar. 20. yüzyılda yönetmen ağırlıklı tiyatronun beraberinde işbirliğini de gerekli kılması dramaturgluk kavramını kurumsallaştırdı. Bu döneme kadar dramaturg dendiğinde oyun yazarı ya da yönetmenin yardımcısı gibi düşünülüyordu. 20. yüzyılın başında değişen tiyatro anlayışı, metinle beraber sahne olanaklarının gelişmesi, işlevselleşmesiyle bu kavramda olgunlaşmaya başlıyor.
Dramaturg; sahnelenecek oyunu seçer. Bu seçimde seyircinin yapısını, potansiyelini, eğilimlerini göz önünde tutar. Bunun yanı sıra çalıştığı tiyatronun koşullarını, sahne olanaklarını, rol dağılımını yani oyundaki oyuncu sayısının karşılanıp karşılanmayacağını göz önünde tutar. Yine oyunun gündeme uygunluğu, tiyatronun politikasına uygunluğu dramaturgun, oyun seçiminde göz önünde bulundurduğu unsurlardır.
Metnin ve karakterlerin yorumlanması, oyunun kültürel, siyasal, sosyal boyutuna ilişkin çözümlemeler ve bunların birbirleriyle ilişkilerini deşifre etmek, yönetmen ve oyuncuya yardımcı olmak da dramaturgun görevleri arasındadır. Yani oyunun kuramsal, estetik, düşünsel altyapısını görüntüye dönüştürmede kişi, olay, tarihsellik bağlamını doğru kurmak, bu anlamda başta yönetmen olmak üzere tüm kadro ile uzlaşı sağlamak, dramaturji aşamasında, dramaturgun araştırma, inceleme ve yol göstericiliğinde olur. Oyun yazarı hayatta ise, onunla görüşür, sahneleme olanakları bakımından onunla fikirlerini paylaşır. Sahneleme olanakları bakımından eserin varsa eksik, fazla, desteklenmesi gereken noktalarını konuşur, yazarın onayı ile ekleme ve çıkarmalar yapabilir.
Yeni oyun yazarlarını, yeni oyunları takip eder. Bunlara ek olarak Özdemir Nutku hoca, dramaturgun görevleri arasında şunları da sıralar: Tiyatro belgeliği, kitaplığı kurma, dünya tiyatrosundaki gelişmeleri izleyerek tiyatrosuna yol gösterici olma, tiyatronun seyircileri için dergi yayımlama, bazı konularda yönetmene danışmanlık yapmak ve ön çalışmalar yaparak gerekli bilgi ve belgeleri sağlamak.
Oyun seçiminden sonra dramaturg, dramaturji raporunu hazırlar. Bu raporu yönetmenle paylaşır. “Oyunun meselesi nedir, eldeki olanaklarla en etkili nasıl aktarılır?” sorularına yanıt aranır. Sahne provaları başlamadan içinde tüm ekibin, mümkünse oyun yazarının da olduğu toplantılar yapılır, olay, karakterler, karakterlerin kırılma noktaları tartışılır. Bu aşama, aslında oyunun pişme aşamasıdır. Yani ortak bir atmosfer, ortak bir dil, bir uyum, harmoni yakalanır. Ancak ondan sonra sahne provaları başlar. Tiyatro, kolektif bir sanat, bu uyum olmazsa bireylerin “tek başlarına iyi bir oyuncu”, “iyi bir kostüm tasarımcısı”, “iyi bir yönetmen” olmasının bir anlamı yok.
Hikâyenin atmosferine, iletisine hizmet etmiyorsa, dönemine uygun değilse kostümün de mimiğin de ışığın da tek başına mükemmel olmasının hiçbir anlamı yok, tam tersine harmoniyi bozar. Dramaturg, işte bu kaynaşma işini yapan, harmoniyi kuran tiyatro emekçisidir.
Dramaturg; gösterinin siyasal ve estetik göstergelerini önemseyen tiyatrolar için elzemdir. Dramaturg, sanatsal ve bilimsel anlamda tiyatronun önemli bir unsurudur. Seyircinin sosyolojisini, oyunun gündemle ilişkisini, seyirciden gelecek dönütleri öngörebilmeyi gerektirir. Dramatugluk aslında bir bakış açısı, bakış derinliği: Baykuşun ormanı taraması gibi ya da sakin görünen deniz yüzeyinin derinliğindeki dünyayı bilmeyi, sezmeyi gerektirir.
“Kendisine yaşam alanı yaratıyor mu?” sorunuza gelince, Devlet Tiyatroları, genel müdürlük bünyesinde üç dramaturg kadrosu var. Bunun dışında, İstanbul ve İzmir bölge müdürlüklerinde görev almaktalar ancak bölge tiyatrolarında dramaturg kadrosu yok. Şehir tiyatrolarında bir kadrosu var. Özel tiyatrolarda dramaturg kadrosunun varlığı, farklılık gösteriyor, çoğunda yönetmenler bu işi üstlenmiş durumda. Dramaturg kadrosunun varlığı, o tiyatronun dramaturgi ve metin çözümlemeyi, çözümleme sırasında oyunla, oyun bozma ustalığını yani siyasal ve sosyal estetik kaygıları önemseyen, tiyatronun estetik değerini dikkate alan, tiyatronun tarihsel bilincini taşıyan tiyatro yönetim anlayışına sahip olup olmamasına bağlı.
Dolayısıyla dramaturg yaşanan dönemin, dünyanın sıkı bir takipçisi olmalı, bir dünya görüşü, dünyada olup bitenlere karşı bir duyarlılığı, izleme, okuma ve aktarma disiplini olmalıdır. Örneğin, Jean Genet’nin Sıkıgözetim oyunundaki hegemonik erkeklikle, herhangi bir futbol maçındaki cinsiyetçi küfürlerin bağlantısını kurabilmeli ya da Beckett’in Estragon karakteri ile saatlerini bilgisayarın karşısında, sanal bir boşlukta geçiren günümüz insanının eylemsizlik durumunun ortaklıklarını saptayabilmeli. Bu elbette ki geniş bir kültür eğitimi, birikim gerektirir. Tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe, edebiyat tarihi, sinema gibi pek çok alanda kendini geliştirmiş olması gerekir, dramaturgun.
Dramaturg, kurgunun (tiyatro, sinema, roman, öykü) içinde ve gerçek hayatın içinde, dramatik olanı yani çatışmayı ve bu çatışmanın sosyolojik aidiyetlerini tespit edip bu aidiyetlerin tarihsel gerçeklikleri içinde görebilen ve bunun gelişimini diyalektik bağlamı içinde çözebilen kişidir.
Genellikle sizi fuarlarda kitaplarınızı imzalarken görüyor ya da bir konuşma yaparken buluyoruz. Buna dayanarak sorayım, şu an içerisinde olduğunuz bir proje ya da geleceğe ilişkin bir planlama ve çalışma var mı? Oyunlarınızı sahnelemek isteyen tiyatrolar ya da okurlarınız size nasıl ulaşabilirler?
Üzerinde çalıştığım oyunlarım var, yazılmayı bekleyen oyunlarım var. Romandan uyarlamaya çalıştığım eserler var. Farklı edebiyat dergilerine öyküler, tiyatro eleştirileri yazıyorum. Notlar alıyorum, bolca oyun izlemeye çalışıyorum. Fuarlar, okurlarla buluşmada bir köprü görevi görüyor. Kitaplarımla ilgili olarak, özellikle öykü kitabım için farklı kesimlerden güzel dönütler alıyorum. Kuram kitabım, akademik bir çalışma olduğundan biraz zaman alacak, geniş kitlelerle buluşması ama zamana dayanıklı, kalıcı bir çalışma olduğunu biliyorum. Yine ilerleyen dönemde yazarlık atölyeleri gibi bir düşüncem var. Mail adresim üzerinden kitaplar, oyunlar hakkında fikir belirtmek isteyenler ulaşabilir. Bu vesileyle de adresimi paylaşmış olayım. fatma.isikde@hotmail.com adresini kullanıyorum.
Oldukça bilgilendirici, ufuk açıcı bir söyleşi oldu. Teşekkür ederim.
Ben de size ve tüm Sahneden emekçilerine teşekkür eder, uzun, etkili, verimli bir yayın hayatı dilerim.