Kuzeyden gelen soluk: Altıyedi şövalye kalmak isteyecek kadar taşralı
Zonguldak’ta çıkan bir edebiyat-sanat dergisi olarak 11. sayınızı “Renkler” konu başlığı ile yayınladınız. “Kuzey’den gelen bir soluk” olan Altıyedi, 11 sayıdır ne getiriyor edebiyat dünyamıza?
Mine Yörük: Dijital devrin ortalama 5.5 inch’lik hapishanelerinden dünyaya bakıyoruz. Zaman algımız, tahammül gücümüz, derinlemesine değerlendirme melekelerimiz çağın hızına ayak uydurdu ve değişim geçirdi.
Her şeyden önce böyle bir akışta matbu yayıncılık konusunda ısrarımızla söze başlamalı. İnteraktif dijital dergiciliğin ve hatta matbu yayıncılığın da rekabet unsurlarından mümkün mertebe uzak olmaya çalışıyor Altıyedi. Geleneksel dergiciliği, fanzin gönüllülüğünü yaşatmaya çalışıyor.
Popüler kültürün çokça sömürdüğü ve bıktırdığı öğeleri teğet geçerek edebiyata, daha dingin bir düşünsel alana sahip çıkmaya gayret ediyor. Bu anlamda yeni bir şey getirmekten ziyade, var olanı hayatta tutmaya çabalıyoruz diyebiliriz. Bir de şüphesiz ki, kendine alan açmakta sıkıntılar yaşayan yetenekleri desteklemek çok önemli.
Altıyedi sanat edebiyat dergisinin arkasında Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı var. Vakfın kentin kültürel, sanatsal yapısı içindeki yeri oldukça önemli. Ulusal çapta ilgi gören bir dergi çıkarma fikri nasıl doğdu?
Zokev’in 26 yıllık bir kültür neferliği var söylediğiniz gibi. Edebiyat alanında zaten faaliyetleri ya da yerel çabalara destekleri hep vardı. Zonguldak, Cumhuriyet’in ilk ili ve sanayi hamlelerinin öncül bölgelerinden biri olmasının uzantısı olarak kültür sanat alanında bereketli bir maziye sahip. Bu tarihsel mirasın kaybolmaya yüz tutan öğelerini gün ışığına çıkarmak, yeni kuşaklara aktarabilmek için ürünler ortaya koymak gayesinin yanında, kentin yazın alanında yeni bir soluğu olsun istedik. Ancak Altıyedi, edebiyat, sanat alanında yerel bir ses olarak kalmamalı; ulusal ölçekte hareket alanı olan bir dergi olmalıydı. Sanırım başarıyoruz.
“Taşra”da olmanın bir dezavantaj mı? Yoksa daha farklı kapılar mı aralıyor? Altıyedi sadece mekansal olarak mı “taşra”da, yoksa “taşra”ya mı ait?
Bu soruların hepsinin yanıtı evet, ama devamı var. Taşrada olmak, kesinlikle dezavantaj pek çok yönden. Dördüncü sayımızın teması “taşra”ydı. Bütün bağlamlarda gücün odak, dışarısında kalanların “kıyıda” addedildiği bir yerdeyiz. “Merkez” denilen yerin dışındayız şüphesiz ki. Bu kodlama elbette mekânsal olarak odakta duranlara anlamsız bir biçimde sizi ötekileştirme imkânı veriyor bazen. Aslında gürültünün ya da “çokluğun” içinden edebiyata bakmakla, görece daha seyrek ve sessiz olarak nitelenebilecek bir yerde durmanın yaptığımız işe çok olumlu etkisi var.
Taşraya yakıştırılan karanlık, sıkıntılı, çıkışsız algısı; kültürel olarak geride kalmışlık ön kabulü, modern dünyanın ideolojik bir düzenlemesi. Altıyedi mekânsal olarak uzakta dursa da, merkezde olsa da, şövalye olarak kalmak isteyecek kadar taşralı.
Zonguldak dışındaki yazarlardan yazı istediğinizde bir “önyargı” ile karşılaşıyor musunuz? “Yerel” olarak mı kodlanıyorsunuz?
Hayır, hiç karşılaşmıyoruz. Bu mutlaka zaman içinde rüştümüzü ispat etmemizle ve vakıf geçmişimizle de bağlantılı. Öte yandan içeriğimizi oluştururken seçtiğimiz konular, bu konular üzerine kafa yoran, üreten insanların duruşlarıyla da ilgili. Sanat edebiyat dergisi çizgisinde kalmamız bizim için hassas bir nokta. Suiistimale açık noktalardan uzak durmamız, hakkaniyetli olma çabamız ve beşeri ilişkileri öncelememiz bağlarımızı kuvvetlendiriyor galiba.
Yerel medya, yerel dergicilik biraz burun kıvrılan bir alandı; dijital çağda nasıl etkilendi? Mesafeler ortadan kalktı mı?
Elbette dijital dönemin merkez algısını kırması, zaman tasarrufu, ulaşılabilirlik sayesinde kendi söyler, kendi dinler pozisyonunda değiliz. Herkesin seçtiği bir mecradan, istediği anda dünyaya sesini duyurabildiği bir çağ bu. Gürültüsü de bol tabii. Yerel dergiciliğe burun kıvrılmasının sebebi her şeyden önce çok özveri isteyen, gönüllülük esasına dayalı bir iş olması. Genelde üç-beş kişinin ısrarlı çabası ile ayakta kalabilen oluşumlar. Altıyedi’nin de hikâyesi pek farklı değil. Bir vakıf yayını olduğumuz için ekonomik açıdan yaşanan sıkıntılara şimdiye kadar göğüs gerebildik. Bundan sonrası için de elimizden geleni yapacağız.
Görsel zenginliği ile de öne çıkan bir dergi Altıyedi. Genel Yayın Yönetmeni olarak grafiker-illüstratör yanınıza mı yormalıyız bunu?
Üst başlık edebiyat da olsa algıya en hızlı ulaşma şekli görsellik tabii. Derginin kapak tasarımlarını yaparken işlediğimiz temayı etkili yansıtsın istiyorum. Basılı olan her şeyle geleneksel bir ilişkisi olanların kitaplarına, abone olduğu dergilere yaklaşımını kendimden biliyorum. Dijital araçlarla okuma eylemine ısınamayan epeyce insan var. Onlar hâlâ kitap sayfalarının kokusunu içine çeken, kalemleri ile notlar almayı klavyeye yeğ tutan insanlar. Okuduklarını kişiselleştirmeyi ve hikâyeye katılmayı seviyorlar. Altıyedi okuyucusunun dergisini biçimsel olarak da sevmesini, saklayabilmesini ve konforlu bir okuma yapabilmesini istiyoruz.
Kapsamlı dosyalar hazırladığınızı görüyoruz. Göç, Taşra, Öteki, Ütopya&Distopya, Renkler gibi pek çok kavramsal tartışma oldukça zengin bir içerikle dergide yerini aldı. Dosya konularını nasıl belirliyorsunuz, nasıl bir yol izliyorsunuz?
Dosya konularını seçerken popüler kültüre hizmet eden, ya da ondan faydalanan gayeler gütmüyoruz. İnsana dair kadim sorunlar üzerine birlikte kafa yormak, üretmek çok keyifli. Tarihimizden gelen sosyo-kültürel miras bir edebiyat dergisi ilhamla dolu. Mümkün olduğunca yaratımı serbest bırakmak için üst kavramlar izleğinden gidiyoruz. Bu sahiden havuzumuza büyük zenginlik getiriyor. Diğer taraftan bir anlam bütünlüğü ile ilerlemeyi tercih ediyoruz çünkü, çoğu zaman 136 sayfaya bile içimize sinerek sığmamız kolay olmuyor. Birbirine bağlanan bir kavram ağı ile ilerliyoruz ki eksik kalan, yer veremediğimiz unsurları sonraki sayılarda işleyebilelim.
Biraz da son sayının dosyasından söz etmek ister misiniz?
12. sayının konusunu “Korku” olarak belirledik. Korku, günümüz dünyasında olanlar ve olasılıklar üzerinden tüm yaşamımızı kontrol ediyor. Geçmişteki insana kıyasla korku, kaygı hanemizi kalabalıklaştırdıkça başka türlü bir hayat yaşamaya başlıyoruz. Plinius “Acının sınırı vardır, ama korku sınır bilmez” demiş. Aslında bizi hayatta tutmak için var olan bu işlevsel itkinin yaşam serüvenimiz boyunca dönüştüğü şeyi mercek altına alacağız.