Şuan Okunan
Moda Sahnesi: Tekçilik tehlikesi tiyatro alanında da geçerli!

Moda Sahnesi: Tekçilik tehlikesi tiyatro alanında da geçerli!

 

MUSTAFA KARA

Moda Sahnesi kendini bir “mahalle tiyatrosu” olarak tanımlıyor, daha doğrusu “mahallenin tiyatrosu”. Aidiyet mühim. Bizim buralarda pek görülmedik biçimde geçen yaz sahnesini sürekli açık tutan, her sezon 4-5 oyunla adından söz ettiren bir topluluk.

“Tiyatro” çok anlamlı bir sözcük; Moda Sahnesi de öyle. Hem sanatsal üretim yapan bir tiyatro topluluğu, hem pek çok grubun sahne aldığı bir tiyatro mekanı, hem de sanatın ve kültürün farklı alanlarına açık bir kültür merkezi. Bu “her masada olma hali”nin üzerine bir de sık sık yaptığı “keskin çıkış”lar gelince Oyuncu Onur Ünsal’ın “savaşçı bir tiyatro” tespiti daha anlaşılır oluyor. Hem dilde hem sahnede görülen bir “savaşçı” olma hali bu.

“Kamusal tiyatro” üzerine süren tartışmaların, tiyatroya devlet kösteğine yönelik itirazların ve bazen de tiyatro örgütlenmelerine dair eleştirilerin önemli bir yerinde duruyor Moda Sahnesi. Somut önerileri de var, sıklıkla da dile getiriyorlar; faaliyetlerini bu somut önerilerle uyumlu biçimde yürütüyorlar. Ayakta kalmak için attıkları adımları, tasarladıkları çözümleri de içtenlikle paylaşıyorlar. Bu nedenle duruşları ve fikirleri önemli, önerileri üzerine tartışmaya değer.

“Mahallenin tiyatrosu” ne demek, onunla başlayalım. Moda Sahnesi kurucularından, Sahne Tasarımcısı Bengi Günay, “Kapımız yok bizim” diye söze başlıyor; “Özellikle yapmadık oraya öyle bir kapı. Sadece geceleri o panjuru kapatıp evimize gidiyoruz. O panjur sürekli açık. Herkes girip çıkabiliyor; insanların kapı açmadan girip çıktığı bir yer”. Kimse koca koca pirinç kapıları açmak zorunda kalmasın diye bile isteye tasarlanmış bir hal bu. Bir “mahalle tiyatrosu” olmaya doğru, daha ilk günden tasarlanmış ilk adım.

“BURALIYIZ, BURADA TİYATRO YAPIYORUZ”

Moda Sahnesi ekibi, 2013’te Moda Sahnesi kurulmazdan önce de Kadıköy’de tiyatro yapan bir ekip. Bengi Günay, amaçlarının çevredeki insanlarla etkileşmek olduğunu, bunu da fazlasıyla başardıklarını söylüyor ve farkı şu sözlerle özetliyor: “Birlikte yaşıyoruz. Biz artık bu mahallenin tiyatrosu olduk. Biz daha önce de burada, bu mahallede tiyatro yaptık. Kadıköy’de de bir sürü tiyatro var, ama bence biz Moda Sahnesi’nin en başta burayı kurarken hedeflediği yolu kat ettik, düşündüğümüz şeyi yaptık. Buralıyız ve burada tiyatro yapıyoruz.”

Yönetmen Kemal Aydoğan, başlarken “kendi mekanımız olsun” fikrinde olduklarını, yapmak istedikleri tiyatro için bunun şart olduğunu anlatıyor, “Başka türlü bir mekan isteğimiz vardı. Hareketli, değişebilir bir mekan istiyorduk. Seyircinin seyir ilişkisini değiştirmek istiyorduk. Başka başka mekan kullanımlarını becermek istiyorduk” diyor.

Sahne Tasarımcısı Bengi Günay daha da somutluyor o günkü isteklerini: “Tiyatro mekanla birlikte var ve mekanla birlikte var oluyor. Tiyatro yapma biçimi, düşünme biçimi hep mekanla var olan şeyler. Daha önce tiyatro yaptığımız mekanda farklı düşünüyorduk, farklı tiyatro yapıyorduk. Çünkü mekan da bizi belirliyordu. Burayı yaparken yapacağımız tiyatroyu da düşünerek oluşturduk. Burası artık başka türlü yaşayan bir yer haline geldi. Mimarisini de öyle tasarladık. Seyirciyi nereye konumlandıracağımızı seçiyor olmak bizim için çok keyifli. 10 yıl önce burayı açtığımızda bu tip bir salon deneyimine sahip değildi kimse, biz de değildik. Bunu o deneyime sahip olmadan yaptık ve içinde öğrendik.”

“BİRAZ DAHA SAVAŞÇI BİR TİYATRO”

Onur Ünsal da, farkın geçen 10 yılda belli olduğu fikrinde. “Biraz daha savaşçı bir tiyatro” diyor; bu savaşçı olma halinin hem dilde hem sahnede hayata geçirildiğini de ekliyor. Repertuvar seçimleri de önemli bir yerde duruyor Onur Ünsal’a göre; “bazı şeylerin seyirciyi ittirmesine izin verilen bir tiyatro” tanımı yapıyor. Ünsal’a göre uzun vadede bu tavır çok kıymetli olacak.

Yönetmen Kemal Aydoğan, varsa bir sertlik bunun dışarıdaki koşullarla ilgili olduğu fikrinde: “Dışarıdaki koşullar, yaşamdaki koşullar sertleştikçe buradaki biraz sertleşiyor tabii. Çünkü 2013’teki hayatı yaşamıyoruz. Neredeyse Anayasa’nın lağvedildiği günlerdeyiz. Gün de değişiyor, günün içeriği de değişiyor. Problemlerin ağırlığı da değişiyor. Repertuvar da buna göre kendi ölçüsünü buluyor.”

Bengi Günay, 10 yıldaki değişime farklı bir açıdan bakıyor; “Ciddi fark var, artık konuşamıyoruz bazı şeyleri. 10 yıl önce başka türlü bir şey konuşuyorduk, şimdi o konuştuğumuz şeyin yanına bile yaklaşamıyoruz. Gittikçe geriye giden bir süreç bu. İktidar, hükümet bu toplumu nasıl bir yerden, bir yere sürüklediyse, yerel yönetimler de sürükledi. Gözümde hiçbir farkı yok o anlamda.”

Ünsal, “sanatın kendisini sevdirme zorunluluğu olmadığını” hatırlatıyor: “Deleuze söylemişti; yani henüz var olmayan bir halkada yapılıyor sanat. Kafanızda sizin tasavvur ettiğiniz bir halka. Hatta bunun matematik bir ölçüsü bile var. Bir eser kendini ne kadar sevdirmeli, ne kadar seyirciyi çağırmalı, ne kadar içeride eğlendirip mutlu etmeli? Ne kadar ters gelebilecek, kafa açabilecek, düşünmemizi gerektirecek bir şey sunmalı? Bu oran tiyatronun devlet tarafından ne kadar desteklenmesi gerektiğini de söyleyen bir oran aslında.” Herkesin para kazanmak ve PR’ını yapmak istediğini dile getiren Onur Ünsal, kamusal sanat kavramına buradan yaklaşıyor: “Kimse ben bu oyuna gittim, bu oyundan rahatsız oldum demek istemiyor. Bu kamusal denen fikir aslında. Bir sanat ve bir halk tasavvuruyla oluşuyor. Hem kendinize hem kamunuza bir hizmet yapıyorsunuz, bu kısmın desteklenmesi gerekiyor.”

“İYİ TİYATRO: SEYİRCİYLE YENİ BİR BAĞ KURACAK DİL”

Kemal Aydoğan öncelikli işlerini “iyi tiyatro” olarak özetliyor, “seyirciyle yeni bir bağ kuracak dil” peşinde olduklarını söylüyor: “Moda Sahnesi hem yaratıcıları, hem seyirciyi bir adım daha öbür tarafa taşıyacak, bildiklerimizden biraz daha başka bir yöne sevk edecek bir tiyatro. Bunu yapıyoruz, yapamıyoruz, onu bilmiyorum ama içimizdeki istek bu.”  Kemal Aydoğan, oyun tercihindeki parametrelerin birden fazla olduğunu vurguluyor: “Seyircinin popülerlik sebebiyle gelmeyeceği ya da çok gelmeyeceği oyunlar konusunda biraz tereddüt ettiğimiz oluyor. Sonuçta kaçmıyoruz ama mekanın ayakta kalmasının, ekonomik olarak ayakta kalmasının yollarını arıyoruz ve onu da yaratmak zorundayız. Tabii ki tema, politik görüşümüz, sanatsal görüşümüz, ama aynı zamanda hayatta kalmamız için o parayı kazanmamız da gerekiyor.”

Bengi Günay da, repertuvarın önemini şu sözlerle anlatıyor: “Repertuvar tercihleri bence bir tiyatroyu tiyatro yapan temel şeylerden biri. Seçiyor olmak, ‘Bunu söylemeyi seçiyorum’ demek önemli. Hem bizim, hem burada oynayan konuk ekiplerin tercihleri birbirine yakın. Biz tabii Moda Sahnesi olarak başka bir yerden yürüyoruz, ama buraya gelip gidenler de, seyirciler de, burayla temas edenler de, Moda Sahnesi’yle ilgili yazı yazanlar da, söz söyleyenler de bunların hepsi bir bütün oldu. Bunlar hep oyun tercihlerinin etrafında dolaşıyorlar.” Bengi Günay, Moda Sahnesi’ndeki her etkinliğin farklı bir seyirci profili olduğunu, konsere gelen seyircinin tiyatroya gelip gitmeye başladığını dile getiriyor.

Konuk ekipler, stand-up gösterileri, konserler Moda Sahnesi için hem ekonomik olarak, hem de seyircinin etkileşimi için önemli olanaklar. Kemal Aydoğan da, konuk topluluklarla yaratmaya çalıştıkları ortak enerjiye dikkat çekiyor, ekonomik rahatlığın bunu yapabilmek için de gerektiğini söylüyor, salon kullanımı açısından da bir denge kurmaya çalıştıklarını vurguluyor. Moda Sahnesi’nin farklı etkinliklerin olduğu bir mekana dönüşmesinin seyirciyi olumlu etkilediği yönünde bir görüşleri de var.

“AYKURT NUHOĞLU GİDİNCE NEOLİBERAL AKLA GERİ DÖNÜLDÜ”

Bengi Günay, Moda Sahnesi’nde 30 gün boyunca etkinlik olduğunu, kendi oyunlarını oynadıkları ve diğer ekiplere alan açtıklarını, ancak tüm bunların yetmeyeceğini söylüyor: “Dışarıda kalan, salon olmadığı için oyun oynayamayan bir sürü insan var. Hiçbir şey yürümüyor, gitmesi gereken yöne gitmiyor bu ülkede. Çünkü belediyeler başka türlü bir virajı alamıyorlar, eleştirdikleri hükümetle aynı yere düşüyorlar.” Günay, son yıllarda Kadıköy’de artan tiyatro sayısının ise özel tiyatroların kendi başarısı olduğunu vurguluyor.

Onur Ünsal da yerel yönetimlerin “tembel” olduğu fikrinde. Oyunları görmek, repertuvarlara bakmak, destek politikasını böyle belirlemek gerektiğini düşünüyor, “Bir kurulun bu tembelliği aşması lazım” diyor. Belediyelerin kendi ilçelerindeki tiyatroları desteklemeyip kendi yapımcılığına soyunmasını ise “neoliberalizm” olarak tanımlıyor.

Kemal Aydoğan, Kadıköy’de 3 belediye başkanı gördüklerini, Aykurt Nuhoğlu’nun açık ara Kadıköy’ün gördüğü en iyi belediye başkanı olduğunu düşünüyor. Nuhoğlu’nun Moda Sahnesi için gittiklerinde “Tek tek görüşmeyeceğim, bir platform kurup gelin” dediğini hatırlatan Aydoğan, Kadıköy Tiyatrolar Platformu’nun böyle kurulduğunu aktarıyor. “Aykurt Nuhoğlu gidince her şey neoliberal akla geri döndü” diyen Aydoğan, “Şerdil Bey, Kadıköy’deki tiyatrolara ilgisiz bir belediye başkanı. Aykurt Bey’in yaptığını devam ettirmeyi seçmedi. Kadıköy Tiyatrolar Platformu da sönümlendi” yorumunu yapıyor. Kemal Aydoğan, bu sürecin örgütlenmenin hem ne kadar kolay, hem ne kadar zor olduğunu gösterdiğini belirterek, “Biriyle harekete geçen tüm enerji, öbürüyle atıl bir enerjiye dönüştü. Üçü de CHP’li belediye başkanı aralarında bir koordinasyonun, kurumsallaşmanın, ortak bir kültür sanat politikasının olmadığını da gösteriyor” diyor. Kadıköy’de resmi kurumlara ait olanlar hariç 20’ye yakın tiyatro sahnesinden söz edildiğini anlatan Kemal Aydoğan, buna yönelik bir politika, bir sanat politikası geliştirmenin zorunlu olduğunu vurguluyor: “Nasıl projeler üretilecek? Hayata tiyatrolar nasıl katılacaklar? Tiyatro yapıyor olmanın toplumsal işlevini de düşünürsek bir koordinasyon gerekiyordu. Başıboş da bırakılamaz. Ben belediye başkanı olsam, bir tür ilişkilenmenin yolunu arardım. Kadıköy’de bir enerji var, en yoğun tiyatro olan ilçe, ama boşuna bırakılmış enerji gibi duruyor.”

Bengi Günay ise pandemi dönemi 27 Mart’ı kutlamak için Kadıköy Belediyesi’nin bir yıl öncesinin ajandasını gönderdiğini anlatıyor: “Tam böyle bir yerden yapıyoruz tiyatroyu da, belediyelerle ilişkileri de.”

Onur Ünsal da bir sanat kurulu oluşması gerekliliğine vurgu yaparak, bu kurulun tiyatrolara gitmesi, oyunları görmesi gerektiğini söylüyor. Ünsal, tüm bunların olmamasını ise belediyelerin yaklaşımına bağlıyor: “Hepsi popüler olan, ışığı arttırılmış, brightness’ı açılmış, ‘ünlülü’ tiyatroların esiri oldular ve kendi yapımlarını oluşturmaya çalışıyorlar.”

“NEREDEN BAKARSANIZ BU KÜÇÜK BİR SAVAŞ”

Kişilerin yüceltildiği bir ortamda topluluk olma, kumpanya olma, kurumsallaşma gibi kavramları önemsediklerini dile getiren Onur Ünsal, güç yettikçe böyle yapacaklarını vurguluyor: “Bu akıl bütün dünyada yıkılmaya çalışılıyor, neoliberalizm kurum öldürüyor en başta. AKP iktidarının en fazla yaptığı da kurum öldürmek. Mesela ne oluyor? ‘Ben devletim, destek veriyorum’ diyor, bir kişiye 3 sene destek oluyor. Sonra vermiyorum deyince o kişi susuyor. Bunu kuruma yapsan kurum ses çıkarır. Salon açıp da kendi prodüksiyonunu yapma hikayesinin büyük yanlışlar olduğunu konuşmamız gerekiyor. Bize alan açmaları, bizi dinlemeleri gerekiyor.”

Ayrıca Bakınız

Ünsal, çoğunluğun ortak ses çıkarması fikrinin, hem neoliberal akıl hem de Türkiye’nin yönetim biçimi ile tamamen kesilmeye çalışıldığını düşünüyor. Ünsal, bunun “nereden bakarsanız küçük bir savaş” olduğunu dile getiriyor ve “Biz öyle olmaması gerektiğini, hepimizin beraber olması gerektiğini, ortak ses çıkarılabileceğini düşünüyoruz.” diyor.

Yönetmen Kemal Aydoğan, ne sponsorun, ne de Kültür Bakanlığı desteklerinin çözüm olduğunu dile getirerek, kamusal tiyatro modeli oluşturulması gerektiğini anlatıyor: “Adına ne diyeceksek, şimdilik Kamusal Tiyatro Modeli diyelim, tüm tiyatro faaliyetini kapsayan bir çerçeve sunulması gerekiyor. Bazıları diyebilir ki ‘Ben ticari tiyatro yapıyorum, dükkanımı açtım. Bu çerçevenin içine girmek istemiyorum.’ Tabii ki öyle bir hakkı var, ama geride kalanlara yasal bir çerçeve sunulması gerekiyor. Tek tek kriterler belirlenmesi ve o kriterlere göre faaliyet gösterenlerin mutlaka desteklenmesi gerekiyor.”

Her badireyle birlikte özel tiyatroların birtakım feveranlara başvurduğunu hatırlatan Kemal Aydoğan, “Bir kısmı batıp gidecek. Biz onlarla ilgilenmeyeceğiz bile. Herkes hayatta kalma derdiyle yoluna gitmeye çalışacak. Belki de çok kıymetli oluşumlar bu arada yok olacak. Güçlüler ayakta kalacak, ama gücünü nereden aldığını da ölçmemiz gerekecek. Ünlülükten, şöhretten ya da arkasında bir sermaye olduğu için ayakta kalıyor! Güçsüz olan belki daha sanatsal olanı çalıştıracaktı. Bunları bir türlü ölçemeden ‘ölen ölsün kalan sağlar bizimdir’ deniyor” diye özetliyor durumu.

“BEN SANAT YAPIYORUM, TİCARET DEĞİL”

Bengi Günay, tüm bunların kaynağındaki yere dikkat çekerek, “ticari olanla ilişkinin ve ne yapıldığının altının çizilmesi gerektiğini” vurguluyor: “Şimdi ben sanat yapıyorum, ticaret değil! Belediyenin kurumları mı sanat yapıyor, devletin kurumları mı sanat yapıyor, ben mi sanat yapıyorum ya da bir başka özel tiyatro mu sanat yapıyor? Bunları tartışmamız gerekiyor. Oradaki düzeyi nasıl belirleyeceğiz? Kim belirleyecek bunu? Mesela burası kamusal bir alan değil mi? Ben neden desteklenmiyorum? Sınıf arkadaşlarım bir sınava girdiler, Devlet Tiyatrosu ya da Şehir Tiyatrosu’nda 20 yıldır çalışıyorlar. Özel tiyatroları o kurumlardan, o insanlardan ayıran şey ne? Bunları bir konuşup tartışmamız gerekiyor. Devlet onlara verdiği, onlara yarattığı alanı bana neden yaratmıyor? Ben nerede konumlanıyorum? Hepsini tartışıp bir sonuca varmamız gerekiyor. Sonuçta durumun yasalarla belirlenmesi gerekiyor. Hükümetler değişse de, belediye başkanları değişse de bunların değişmemesi gerekiyor.”

Moda Sahnesi’nin kurucularından, yönetmen Kemal Aydoğan, ekonomik sorunlar nedeniyle “tiyatro olarak varlığı sürdürüp sürdürmemeyi bile konuştuklarını” söylüyor: “Biz burayı bara, diskoya çeviririz. Yalandan haftada bir kere oyun oynarız. Pazartesi, salı oyun günü deriz, çarşambadan itibaren konser günü deriz. İşin ticaretine bakmaya başlarız. Nereye kadar direneceğiz? Ben bu vergiyi ödeyemiyorum, personelin yükünü kaldıramıyorum, bu kirayı kaldıramıyorum. Bir yerde diyeceğiz ki, yani ben bu vergiyi ödeyemiyorum. Ya mekanı bırakıp başka bir iş, ya mekansız tiyatro olacağız. Onu da beceremiyorsak mekanı başka bir şeye dönüştüreceğiz. Bu tehlikeyi ne yerel yönetimler, ne Kültür Bakanlığı hissetmiyor. Buranın tiyatro yapısının değişip, ticarethaneye dönüşmesi tehlikesinin bu kadar yakınımızda olduğunu göremiyor. Ticarethaneye dönüşmesin, tiyatro olarak yoluna devam etsin kaygısını hiç duymuyorlar.”

Onur Ünsal, neyin sanat, neyin eğlence olduğunu belirleyecek Sanat Kurullarından söz ediyor: “Bunu belirlemediğiniz müddetçe kamunuza bir iyilik yapmıyorsunuz, kamunuzun fikrini geliştirmeye çalışmıyorsunuz. Çok basit mantık, çok kötü yemekçilere izin verdiğiniz müddetçe kamunuzun sağlığı bozulur. Sağlıklı yiyecekleri teşvik ederseniz kamunuz sağlıklı olur. Soyut faaliyetlerde de bu böyle. Biraz da sanata ödenek ayırırsanız kamunuzun fikri gelişir.”

“TEKÇİLİK TEHLİKESİ TİYATRO ALANINDA DA GEÇERLİ”

“Türkiye’de her şey olunuyor, rezil olunmuyor” diyen Kemal Aydoğan, Moda Sahnesi’ni bir eğlence mekanına çevirseler kamuoyu tarafından daha fazla sevilebileceklerini söylüyor. “‘Çocuklar yapamadılar işte. Bakın onlar yollarına devam ediyor’ diye bence sevilebiliriz. Bir başarı hikayesi! 10 yıl sonra İstanbul’da 8-10 tane bu tür eğlence merkezimiz olabilir. Adımızı, sanımızı, işletme halimizi satıyor olabiliriz” diyen Aydoğan, “O zaman Suzy Storck’u kim oynayacak?” sorusuna ise kahkaha atarak, “Devlet Tiyatroları oynamalı” yanıtını veriyor. Bu yolla kültür sanat hayatından ya da tiyatro hayatından uzaklaşıldığını ifade eden Aydoğan, çeşitlilik ve kamusallığın tehlikede olduğunu vurguluyor: “Herkesin kendine göre, politik görüşüne göre ya da kimliğine göre tiyatro yapması vücut bulmuyor. Tek bir tiyatroyu seyreder gibi oluyoruz. Tekçilik tehlikesi tiyatro alanında da geçerli.”

İşte siyaset ile sanatın birbirine geçtiği bir nokta daha! Moda Sahnesi’nin en ses getiren oyunlarından “Babamı Kim Öldürdü”deki siyaset tartışmasına dönüşüyor aslında bu sözlerle tartışma. “Hiçbir hükümet, egemenlerin belini falan bükmüyor. Siyaset, bunların hayatını hiç etkilemiyor. Bu da bana biraz tuhaf geliyor, çünkü siyaseti yapan onlar fakat kendi yaptıkları siyasetin kendi hayatları üzerinde hiçbir etkisi yok. O bizim için ölüm kalım meselesi” diyen o cümleler. Onur Ünsal’ın “savaşçı” metaforu da, Kemal Aydoğan’ın “politik olarak sertleşme”ye dikkat çekmesi de biraz buradan beslenmiyor mu?

“Babamı Kim Öldürdü”de oğlu babasına “Anladın, siyasetin senin için aslında bir ölüm kalım meselesi olduğunu anladın” diyordu sonunda. Başta ya da sonda, tiyatronun anlayacağı da bundan fazlası değil sanki.

Gelecek bölümde bunu en iyi bilen tiyatrolardan biriyleyiz; kapatmalar, kayyum darbeleri ve devlet baskısıyla Amed Şehir Tiyatrosu’nun yolculuğunu konuşacağız. Meselenin en çok da kendileri için bir “ölüm kalım meselesi” olduğunu bilerek, kayyum darbeyi vurduğunda bir an duraksamadan, “farklı ihtimaller”i aklına bile getirmeden yoluna devam edenlerle…

“Tek bir tiyatro”ya mahkum olmamak için kamusal olanı tartışmaya devam…

* “Türkiye’de Kamusal Tiyatro Deneyimleri ve Olanakları” projesi bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı tarafından finanse edilmektedir.


Tüm Hakları Saklıdır 2024 - Tasarım: Merhaba Grafik