16. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’a gelmiş olan seyyah Nicholas de Nicolay Galata’yı anlatırken “Kısmen düzlükte, kısmen de bir tepenin yamaçları üzerinde inşa edilmiş olan Pera şehrinin çevresi, üç milden biraz noksandır. Şehir surlarla üç kısma ayrılmış bulunuyor. Bir kısmında asıl Galatalılar, ikincisinde Grekler, üçüncüsünde de hükümeti ellerinde tutan Türkler ve ekserisi İstanbul’da sakin olan bir miktar Yahudi ikâmet eder” der. Şehrin şekil bakımından hemen hemen karışık bir halde olduğunu anlatan Nicholas, “…çünkü ortası geniş, uçları ise alçak ve uzuncadır. Evleri pek çoktur, fakat bunlar hiç de güzel ve kullanışlı değildir. Bununla beraber, bir çok güzel çeşmeleri vardır ki suyu yakın çaylardan akıdükler vasıtasıyla getirilir” diye devam eder.
Nicholas, Galata kentinin tarihini Cenevizliler ile başlatır: “Bugünkü adı Fera’dır ki bu isim Grekçe’de karşıda demektir; çünkü Galata, Boğaz’ın öbür sahilinde İstanbul’un karşısına düşer. İki şehir arasında münakalat perme denilen kayıklarla yapılır. Karadan da gitmek kabilse de, bunun için on iki milden uzun bir yol katetmek lazımdır. Liman, dünyada eşi bulunmayan bir güzelliğe ve kullanış imkânına maliktir, zira dört beş mil çevresi vardır, genişliği de medhal kısmında bir mile yakındır; diğer bazı noktalarda ise yarım mildir. Derinliği o kadar elverişlidir ki en büyük cesamette olan gemiler bile sahildeki binalarının yanına yanaşabilir.”
1544-50 tarihleri arasında İstanbul’daki Bizans eserlerini inceleyen Petrus Gyllius, Ceneviz mahallesinin üst tarafındaki tepedeki yolu şöyle anlatır: “Genellikle Galata ya da Pera denen Sykai bölgesine Pera Bölgesi demek daha uygun olacaktır … Şehrin çevresindeki kıyı gemilerin barınabileceği sığınaklarla doludur. Surlar ve kıyı arasında gemilerin yüklerini boşalttığı dokların yanı sıra pek çok meyhane, dükkan ve lokanta bulunan sahil şeridi var. Şehrin altı kapısı var, bunların üçünde Konstantinopolis’e deniz yoluyla geçiş için kullanılan iskeleler var… Galata’nın en yüksek noktasında azametli bir kule yükseliyor. Burada yaklaşık üç yüz adımlık binalarla dolu bir yükselti ve çevresinde, zemini yaklaşık iki yüz adım genişliğinde ve iki bin adım uzunluğundaki tepenin bayırı var. Ortasından evler, bahçeler ve bağlarla dolu geniş bir yol geçiyor. Burası şehrin en hoş yeri.”
PİRİ REİS’İN MATRAKÇI NASUH’UN GALATASI
16. yüzyıldaki Galata’yı Piri Reis’in 1520 tarihli haritası ve Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultân Süleymân Hân adlı çizimde ana hatlarıyla izlemek mümkündür. Yolları, sokakları, açık alanları izlemek, bugünkü Karaköy ile karşılaştırmak ayrı bir keyif olabilir, ama oldukça güçtür. Ana akslar benzese de, yollar farklılaşmış, yıkımlarla kentin yapısı farklılaşmıştır. Hem Piri Reis’in, hem de Matrakçı Nasuh’un haritalarında görülen Galata, başta Mimar Sinan’ın 1540’larda başladığı anıt yapı seferberliği olmak üzere, Osmanlı’nın ileri kentleşme hamlelerinin öncesine denk gelir. Yerleşimlerin büyük bir çoğunlukla Galata surları içinde olduğu bu çizimlerde, Kasımpaşa, Galatasaray ve Tophane bölgelerinde tek tük yapılar göze çarpar. Meskenler ise henüz sadece Galata surları içindedir. 1584 tarihli Hünername’deki harita da biraz gelişimi gösterse de, aşağı yukarı benzer niteliktedir.
Bu dönemde, sonraki yüzyıllara damgasını vuracak Cadde-i Kebir, yani İstiklal Caddesi ve bugünün Beyoğlu’su da giderek görünür olmaya başlar. Bugün de ayakta olan Ağa Camii, 1597 yılında Cadde-i Kebir üzerine inşa edilir. Ağa Camii, dönemin Perası’nın sınırıdır, yerleşim burada biter. Bugünün İstiklal Caddesi aksının çevresi bu yüzyıldan itibaren oluşmuş, yerleşimler yoğunlaşmıştır. Yüzyıllardır elçilikler bölgesi olarak bilinen bölgede o dönemde Galata surlarının dışında Fransız ve Venedik elçilikleri vardır, kısa süre sonra İngiltere ve Hollanda’da bu bölgede elçilik binalarını açar.
16. yüzyılın ortalarından itibaren boy veren Osmanlı mimarisi eşsiz örnekleriyle Galata’nın yeni kimliklerinden birini müjdeler. Mimar Sinan’ın eseri Azapkapı Sokullu Mehmed Paşa Camii ve Yeşildirek Hamamı ile birlikte Tophane Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Karaköy Hayreddin Paşa ve Yakup Ağa hamamları, Şehzade Cihangir Camii, Piyale Paşa Külliyesi, Yahya Kethüda Mescidi gibi anıtsal yapılar dört bir yandan Galata bölgesinde yükselir. Kasımpaşa’dan Taksim’e doğru çıkan sırtlarda müslüman mezarlığı kurulmuş, böylece gayrimüslim yerleşmeleri bu yöne doğru ilerleyememiştir. Bu bölgede gayrimüslim yerleşiminin Fatih’in bir fermanına dayanılarak yasaklandığı da söylenir.
GALATA BEDESTENİ
Asıl önemlisi ise bugün de Perşembe Pazarı’nın kalbinde yer alan Galata Bedesteni’dir. Bugün giriş kapısında “Fatih Çarşısı” yazan Bedesten, fetihten sonra (1453-1481) bölgede inşa edilen en büyük ticaret yapısıdır. Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı bu yapı, bugünün Perşembe Pazarı’nın kalbi olarak da düşünülebilir. Cami haline dönüştürülen Ayasofya Vakfı’na gelir olarak düşünülen Galata Bedesteni, günümüzde iş aletleri ve hırdavat satışı yapan dükkanlar tarafından halen kullanılmakta. Evliya Çelebi, yapıldıktan yaklaşık 150 yıl sonra bu bedesteni şöyle anlatacaktır: “… cümle üç bin seksen dükkândır. Sekiz çarşı, yağ pazarı, attarları vardır. On iki kubbeli kurşun örtülü Fatih Bedestanı vardır ki birçok meta’ı vardır. Bir Timur Kapısı vardır. Dükkân sahihleri ekseriyetle Rum ve Frenk’dir. Lâkin leb-i deryada, orta hisarda ikiyüz aded kat kat harabad haneler, meygedeler vardır.”
17. yüzyılın büyük gezgini Evliya Çelebi’nin “üç bin seksen dükkan”dan, iç içe kale gibi çarşılardan söz ettiği yer, yüzyıllar boyu Osmanlı ekonomisinin, ticaretinin kalbi olacak yerlerden Perşembe Pazarı’dır. Fetihten sonra Galata ile birlikte büyüyen, gelişen Karaköy’ün Perşembe Pazarı.
Hasköy’den Galata surlarının giriş kapısı Azapkapı’ya kadar olan sahil Osmanlı Sarayı’na aittir, burada tersanelerden başka yapılaşmaya izin verilmemiştir. Bugün de, faal olmasalar da, bu hatta büyük ölçüde sivil ve askeri tersaneler vardır. Doğal ve korunaklı bir liman olan Haliç, Osmanlı gemilerinin kışları güvenle konakladığı yer olur. Sahil hattı boyunca tersaneciliğin hakim olduğu kıyıları Kasımpaşa’ya kadar izleyip, Azapkapı’dan Galata’ya girince Osmanlı sanayisinin doğduğu, doğacağı bölge başlar. Fatih’in İstanbul’u fetih eder etmez kurduğu Fatih Bedesteni ve sonrasında çevresinde kurulan onlarca han ve çarşı, 16. yüzyıldan itibaren doğum sancıları çeken Perşembe Pazarı’na işaret eder. Başlarda gemicilik sektörü odaklı olsa da, zamanla hemen tüm sektörler bu bölgede kendini gösterir. 16. yüzyıldaki tablo şöyledir; kıyıda büyük demirci dükkanları, yelken ve halat gibi gemicilik edavatı satan esnaf ve kalafatçılar bu bölgededir. Hatta yakın zamana kadar Perşembe Pazarı’nın sahil kısmına “kalafat” denir. O günlerde ayakta olan kapılarla sıralayacak olursak, Kürkçü Kapı, Yağkapanı, Balıkpazarı ve en son Karaköy Kapısı geçilip Kurşunlu Mahzen’e ulaşılır. Yani eskinin Haliç zincirinin bağlı olduğu Galata Hisarı, bugünün Yeraltı Camii. Galata’nın gümrüğü de buradır. 16. ya 17. yüzyıldan söz ederken anlatılan mekanlar ve iş bölümünün bugünlere kadar benzer biçimde geldiğini fark etmek düşündürücü. O tarihlerde de Galata Limanı Tophane’ye kadar uzanır. Azapkapı’dan sayarak sahildeki 7. kapıya vardığımızda, bölge mum imalatçılarıyla doludur. Kapı da adını buradan alır: Mumhane Kapısı. Mumhane’yi, barut yapılan kârhane izler. Eğri Kapı ve Kireçhane Kapısı da sahildedir ve bu bölgelerde tabakhaneler, meyhaneleriyle ünlü bir Rum mahallesi bulunur. Toplar ve kışlalarla dolu Tophane de buradadır.
16. yüzyıla girildiğinde Osmanlı ve Avrupa devletleri arasındaki ticari ilişkilerin geliştiği, bunda Galatalı tüccarların önemli payı olduğu söylenebilir. Ticaret büyüdükçe Karaköy-Galata bölgesi ekonomi ve ticaretteki yerini artırarak sürdürmüş, Avrupa devleti birbiri ardından Pera bölgesinde sefaretler kurmaya girişmiştir. Öyle ki, bugün de Avrupa devletinin konsolosluk binaları bu bölgede yer alır. Karaköy limanı, tersane ve bugün Perşembe Pazarı olarak anılan bölge düşünüldüğünde, 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul ekonomisinin can damarlarından biridir Galata.