MUSTAFA KARA
Ahmed Arif 2 Haziran 1991’de öldüğünde lise birdeydim ve gazetede ölüm haberini okuduktan sonra ilk iş doğup büyüdüğüm Karadeniz kentinin her kitabı bulabildiğimiz küçücük kitapçısına gittim. Tek kitaplık büyük bir külliyat: “Hasretinden Prangalar Eskittim”. Kulağımda Ahmet Kaya’nın davudi sesiyle okunmuş birkaç Ahmed Arif şiiri vardı sanırım. Okudum: “Seni anlatabilmek seni, iyi çocuklara, kahramanlara.”
Sonra dinledim. Ahmed Arif’in kendi sesinden, başka seslerden. Ahmed Arif’in bir sözü kulağıma çalındığında aynı ses ve yorumla kafamın içinde devamı kendiliğinden gelir oldu. Biraz davudi, biraz kırık bir ses. Genco Erkal’ın “Şahdamarım” oyununu duyduğumda bir endişe hasıl olmadı değil. Ahmed Arif’in sesi, soluğu, şiir yıllardır kulağımızda. Genco Erkal deyince ister istemez gürül gürül bir Nâzım sözü duyuluyor uzaktan. Nasıl olacak? Hele de edebiyat tartışmalarında bu iki büyük şairin “farklılıkları” üzerine sayısız fikir okuyunca. Pandemi tedbirlerinin kalktığı, yeni normalleşmenin başladığı gün Kadıköy Özgürlük Parkı’nda yapılan “Şahdamarım” prömiyerine, bu soru işaretleriyle gittim elbette.
UFKA BAKMA MERDİVENLERİ
Açık havada oyun izlemenin verdiği güven kadar, arada gökyüzünü görmenin saadeti bambaşka. Hele de oyunda Ercan Çağıran ve Gökhan Çağıran’ın Ahmed Arif şarkıları söylediği bazı anlarda. Genco Erkal en vurucu sahnelerde izleyicide oluşacak coşkun etkiyi müzisyenler ile paylaşmaktan çekinmiyor, sözünü söylüyor, pası atıyor ve sonrası malum: “Görüşmecim yeşil soğan göndermiş / Karanfil kokuyor cigaram / Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”.
Sahnenin sağ tarafından bir ranza, -ki memleket şairleri alışıktır mahpushane ranzasına-, eskilerden kırık dökük bir yazı masası ve nereye ulaştığı belirsiz merdivenler. “Öyle bir ufka vardık ki / yalnız değiliz sevgilim” diyen şairin ufka bakma merdivenleri. Belki gidilemeyen, ama görülebilen ufuklara bakma merdivenleri… Mahpushane ranzası ile merdivenlerin ortak noktası yarım kalmış inşaat filizleri gibi yükselen parçalar… Oyuncu için yukarı çıkmayı kolaylaştıran bir tutamak olduğu kadar, bitimsiz bir hayat döngüsünü de çağrıştırıyor. Yükselme arzusunu. Sahne tasarımı Duygu Sağıroğlu’nun çalışmalarından uyarlanan oyunda, Genco Erkal’ın büyük bir çeviklik ile kâh göz hizasından izleyiciye bakarak, kâh yukarlardan ufka bakarak olağanüstü bir enerji yayıyor, eşsiz bir performans sergiliyor.
PROMETHEUS’U YAKAN KARA SEVDA
Bütün şiirler gibi Ahmed Arif’in şiirinin özü aşk: “Sen en güzel kızısın / Bütün galaksilerin / Bense tözüyüm artık / Akkor tözüyüm / Prometheus’u yakan / Kara sevdanın…” Ahmed Arif’de de varoluşun sırrı aşkta ve elbette kavgada. Tevekkül ve teslimiyet ile biçimlenmiş aşkından öte, hamurunda mücadele ve dolayısıyla bitimsiz acılar olan bir sevda bu. Tanrılardan ateşi çalma ve insanlığa sunmanın sevdası bu. Bir büyük kavga. “Şahdamarım”da şiirleri, mektupları ve yazılarıyla anlatılan Ahmed Arif, henüz yayınlamadığı şiiri için günlerce işkence gören bir poetikadan geliyor çünkü. “Oku” diye de dayak yiyor, okuduğu için de, yazdığı için de. Prometheus’u yakan kara sevda, sadece şiirsel bir imge değil, kanıya canıyla Ahmed Arif için de bilinçli bir seçim.
Genco Erkal’ın uyarladığı “Şahdamarım”, şiirler, mektuplar ve farklı dönemlerde yazılmış yazıları başarılı biçimde kurgulayarak, hayat öyküsüne dair izler ile şiirlerin dünyasını bir araya getiriyor. Tek bir şiir kitabı ile Türkçe şiirin en yüksek zirvelerinden birini oluşturan şairi, kanlı canlı bir insan olarak önümüze getiriyor. Bunu yaparken “duygu sömürüsü”ne düşmediğini, aşk, yoksulluk ve zulüm kaynaklı acıları “köpürtme” ihtiyacı duymadığını ekleyelim. Rivayet sanılmasın diye anlatılması gerekeni anlatıyor, ama “aynı böyle” yazıyor, Ahmed Arif’teki gibi.
YERELLİK, EVRENSELLİK, ANADOLU
Ahmed Arif’in acıyı baştan kabullenen erdemi, Anadolu’nun Havva Ana’nın çocukluğuna ev sahipliği yapan eşsiz tarihinden geliyor. Oyunda da en kritik bablardan birini oluşturan “Ben Anadolu’yum” şiiri, Ahmed Arif’in açık bir kimlik beyanı. Bu beyanı “yerellik” sanma yanılgısına düşen çok. Genco Erkal, Birgün’deki röportajında, Ahmed Arif şiirini “Gürül gürül akan müthiş zengin bir şiir” olarak tanımlıyor ve şöyle diyor: “Biz onunla birlikte bazı politik, sanatsal gecelere çıktık. Ben Nâzım’dan okuyordum, o da kendi şiirlerini. Dinleyenler üzerindeki inanılmaz etkisini yakından izledim. Hayran kaldım. Ayrıca, Nâzım’dan sonra DNA’sı benimle en çok örtüşen şairdir. O yüzden tiyatro yolculuğumun bir gün onunla kesişmesi kaçınılmazdı.”
Çok arı, duru bir özet bu. “Nâzım’dan sonra…” kısmı da oldukça kritik. Sıklıkla karşılaştırılan iki şairden birini “kentlerin”, diğerini “dağların” şairi saymak; birini “yerel”, diğerini “evrensel” ilan etmek sık rastlanan tutumlardan. Öyle mi sahiden?
Pusat, dulda, zula gibi sözcükleri, kar altındaki gecekondu mahallelerini ya da zulüm çekenin sığındığı dağlara duyulan hasreti “yerellik” olarak mı okumalıyız, sahiden? Açıkçası Genco Erkal’ın Ahmed Arif yorumu bu klişeye düşmüyor. Bir ayağı ham çarık, kıl çorapta, bir ayağı uzay çağında olan şairi, çok yönlü, çok katmanlı biçimde işlemeyi başarıyor. Üstelik bunu yıllardır Nâzım Hikmet eserlerini sahneye taşıyan biri olmanın getirdiği “tüm zorluğa” rağmen yapıyor. Ahmed Arif ile Nâzım Hikmet’in farklarını elbette görüyor, anlıyoruz; ama farklı üslupları içindeki ortak özü de hissediyoruz. Nâzım Hikmet ve Ahmed Arif arasındaki özel bağ, Genco Erkal’ın oyunculuğunda da kendini gösteriyor. Ne zihnimizde kendi sesinden yer eden Ahmed Arif şiirinin, ne Genco Erkal’ın yıllar yılı Nazım Hikmet şiirini eşsiz biçimde okumasının yükü yok sahnede. Genco Erkal’ın dekor üzerindeki yürürken gösterdiği çevikliği, Ahmed Arif ile Nazım Hikmet arasındaki ipten köprüde yürürken de hissediyoruz.
ACILAR VE YALNIZLIKLAR İÇİNDE ÜMİTLİ…
Acılar ve zulümler arasında bazen tersini hissetsek de, ümit ve iyimserlik en belirgin benzerlik Ahmed Arif şiirinde. “Dağlara çekilmiş, sapına kadar namuslu” ümidi anlatırken, hemen bir dize sonra resimlere, heykellere, şarkılara; oradan da bir başka coğrafyanın dağlarına, kurşuna dizilmiş şairlerine geçiyor. Yarı çıplak Venüs’ü, Lorca’yı ve Pierre Curie’nin gözlerini aynı sokakta, kar altında hayal eden bir ufuk bu. Ufuk çizgisinin ötesine geçebilen bir umut.
Ahmed Arif’in şarkılarla dilden dile geçen ve bilinen dizelerinden biridir “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”. Zindanda bir cigarada kokusunda karanfil kokusunu duyumsayabilen bir umut, coşkun bir iyimserlik bu. Bakın burası da Nâzım gibi. Savaşın en karanlık anında, düşman Leningrad önlerindeyken, “uzak yıldızlara hayatı götürmek”ten söz eden gelecek coşkusu, Ahmed Arif’te de fazlasıyla var. Korkunç acıların, yolda kalmış umarsız hastaları anlatırken bile: “Gün ola, devran döne, umut yetişe” der, “Dağlarının, dağlarının ardında / Değil öyle yoksulluklar, hasretler / Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır / Bir tek zeytin dalı bile yalnız.”
Ahmed Arif şiirinde ne vakit “yalnızlık” geçse, “aslında yalnız olunmadığı”, “kimsenin yalnız kalmayacağı” vurgularıyla geçiyor. Şiirin akışından şairin yalnız olduğu öylesine açık ki! Bir ümidin şiiri yazılan, “kimsenin, asla yalnız kalmadığı” bir geleceğin şiiri. Yazılar, mektuplar ve hayat hikâyesi ile birleştiğinde Ahmed Arif’in şiirindeki ana izlek daha da belirgin biçimde görünür oluyor.
“Şahdamarım”, ikinci olarak 14 Temmuz’da İstanbul Küçükçiftlikpark’ta olacak ve muhtemelen daha sonra pek çok yerde. Görmeli, duymalı, hissetmeli. 33 Kurşun’un, eşsiz ağıdın dediği gibi: “Şifre buyurmuş bir paşa / Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız / Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz / Rivayet sanılır belki…”