Tiyatro Pol: Keşke gökten bir otobüs düşse…
MUSTAFA KARA
Bir “sevip de kavuşamama” öyküsü gibi değil mi? Ya da vuslatın çok kısa sürdüğü bir efsanevi aşk destanı. “Çatışan sınıflar nerede bir araya gelebilir?” sorusuyla yola çıkan bir “otobüs” bu. Yönetmen, Oyuncu Burcu Halaçoğlu, Tiyatro Pol’ün “Çok Uzak Çok Yakın” oyununun çıkış noktasını bu cümleyle özetliyor. Öyle Sabancı ile işçiye dair bir hikaye değilmiş ama aynı otobüste buluşabilen insanlara dairmiş.
“Çatışan sınıflar” buluşmuş, ama tiyatro otobüsle buluşamamış. Çünkü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İETT uzun görüşmelere, girişimlere rağmen Tiyatro Pol’e otobüs tahsis etmemiş, kiralamasına izin vermemiş. “Sahne istemedik, başka yerden bulamayacağımız bir şey istedik: bir belediye otobüsü” diyor Halaçoğlu. Oyun bir belediye otobüsünde, üstelik hareket halinde bir belediye otobüsünde geçtiği için başka çare de yok! Nereden bulunur ki bir belediye otobüsü?
Tiyatrocular biraz “inatçı” olur malum; yememiş içmemiş bir “otobüs” almışlar. Evet, eski püskü bir otobüs bulup, oyuna uygun hale getirmişler. Film senaryosu gibi değil mi? Bir dram ya da ne bileyim macera filmi…
Yapımcı, Oyuncu Erkan Akbulut onca hesap yapıp, “daha kârlı” olmasını öngördüğü bu “satın alma macerası” için şimdi “Kazın ayağı öyle değilmiş” diyor. Otobüsü alırken de satarken de çok zorlanmışlar çünkü. Satamamışlar hatta, bir pikap kamyonet ile takas edebilmişler. “Haberiniz olsun” diyor Erkan Akbulut, sonra da ekliyor, “Belki sıradaki oyunu pikapta yaparız.”
O OTOBÜS ARTIK BEKLESEN DE GELMİYOR
Tiyatro Pol’ün “Çok Uzak, Çok Yakın” oyunu 16 Şubat 2022’de prömiyerini yaptı ve Mayıs 2023’te son oyunlarını oynayarak, bir buçuk sezonda 41 kere sahnelenerek izleyicilere veda etti. Toplasan çarpsan 1500’den az izleyici demek bu. Yaklaşık 1500 “şanslı” izleyici… Sohbetlerde anlatınca, hemen herkesin “biz de gidelim” demesinden anlıyoruz bunu. Artık kimse o otobüse binemiyor maalesef!
Burcu Halaçoğlu’nun yazdığı, Buğra Can Şahin, Cansu Başlılar, Erkan Akbulut ve Burcu Halaçoğlu’nun oynadığı oyunu izlemek için Kadıköy’de Haldun Taner Sahnesi’nin önündeki duraktan ya da Altıyol’daki duraktan otobüse binip, eşsiz bir tiyatro deneyimine kavuşmak, artık mümkün değil! Neden mi? Tane tane anlatalım.
“Bir akşam İstanbul’daki herhangi bir duraktan bir otobüse binsek, karşılaşsak ve yola çıksak? O akşam, o otobüste, birlikte yolculuk edeceğiniz insanlara dikkatli bakın.” Bu davet ile başlayan “Çok Uzak, Çok Yakın” oyunu tam bir inat, başarı ve “makus talih” öyküsü. Öykünün kahramanlarından dinleyelim.
BİR COVİD ÜRÜNÜ; AMA İLHAMI SOKAKTAN, HAYATTAN
“Covid ürünüdür aslında otobüs. Oyunlar oynanamadı, ama uçaklar, otobüsler maşallah… Metrobüsler doluydu. Öyle bir oyun yapacaksın ki, herkes gelebilsin. Onu yasaklayamazlar sonuçta, diye düşündüm” diye anlatıyor başlangıç sürecini Burcu Halaçoğlu. Aslında yıllardır otobüste, vapurda oyun oynama fikrini tartışan bir toplulukmuş Tiyatro Pol. Erkan Akbulut ise pandemi dönemi ruh halini şu sözlerle özetliyor: “Burcu’nun kapısını ‘Ben kimliğimi kaybettim’ diye çaldım. Ne yapacağız, duracak mıyız gerçekten? Yıllarca tarihte ne felaketler olmuş, sanat bir şekilde devam etmiş. Biz etmeyecek miyiz?”
Pandemi döneminde provalarına başlanan ve pandeminin sonlarında perde açan bir oyun olmuş “Çok Uzak, Çok Yakın”. Ancak Erkan Akbulut’a göre fikri ve konusu yıllardır sokakta yapılan gözlemlere dayanıyor: “Burcu’ya gidip defalarca ‘sokakta şöyle bir olay yaşadım, parasını verip izlesek tiyatroda bu anı göremeyiz, aynı gerçekliği yaşayamayız’ dedim. Burcu da zaten mekan tiyatrosuna yatkın bir insan, bizi bir araya getiren şeylerden biri de buydu.”
Burcu Halaçoğlu, esas sorusunu şöyle özetliyor: “Çatışan sınıflar nerede bir araya gelebilir? Böyle bir hikaye anlatmak istiyorum, otobüs fikri de çok örtüştü. Çok ironik olacak, ama bir yandan da otobüs kolaydır diye düşündük. Her yerde otobüs var, halk otobüslerini de kiralayabiliyorduk o zaman. Mekan olarak yıllardır aklımızdaydı zaten, çok süper kamusal alan.”
“SUYA YAZMIŞ GİBİ UNUTULUP GİTMESİNDEN ÇOK KORKUYORUM”
Burcu Halaçoğlu oyunu yazıp yönetirken kafasındaki fikrin “sınıflar arası çatışma” olduğunu şu sözlerle açıklıyor: “Sosyal sınıflarımız arasında bile uçurum oluşmaya başladı artık. Bir Sabancı ile işçiden bahsetmiyoruz. Öğretmen ile işçi arasında bile müthiş yaşam tarzı farkları, müthiş politik ideolojik ayrımlar oluşmaya başladı. Otobüs, diğer insanlarla ten teması içinde olduğumuz, birbirimizi kokladığımız, neredeyse sarıldığımız ama birbirimiz hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı bir yer. Otursak konuşacak mıyız, hayır konuşmayacağız. Birbirimize müthiş ön yargılarımız, düşünsel anlamda reddedişlerimiz, ‘Bununla ben arkadaş olamam’ diye bir sürü yaftalamalarla boğuştuğumuz bir yer otobüs.”
“Çok Uzak, Çok Yakın”, bir buçuk sezonda 41 oyun oynamış, her seferinde 30-35 seyirciye ulaştığı düşünüldüğünde toplam izleyici sayısı 1500’den az. Burcu Halaçoğlu, bunu “Bence bu bir özel tiyatro ve böyle bağımsız bir girişim için güzel bir rakam” diye anlatıyor kocaman bir Pollyanna gülümsemesiyle. Ama gerçek duygularını da ekliyor: “Bizim hayalimiz senelerce oynamaktı. 10 yıl filan oynayalım istiyorduk. 3 yıl hazırlandık, 1,5 sene oynadık. Gerçekten insan ömrünü düşününce, insan kaç tane böyle oyun yapar ki? Çok emek var, arkada 13 kişinin emeği var. Biz gerçekten inançla mı döndürüyoruz yoksa? Bu yaptığımız işlerin böyle bir suya bir taş atmış gibi yok olup gitmesinden ben çok korkuyorum. Suya yazılmış gibi unutulup gitmesinden çok korkuyorum.”
“HEPİMİZ OTOBÜSTEKİ YOLCULARIZ”
Bir kısmı hareket halinde, bir kısmı park halinde bir otobüste geçen oyunun elbette interaktif olmaması pek mümkün değil. Burcu interaktif sözcüğünü sevmese de, şöyle devam ediyor: “Oyun biraz interaktif. Bu kelimeyi de sevmiyorum aslında. “Katılımcı demek daha doğru. Seyirciler de aslında otobüsteki yolcular rolünde. Oyuncularla aynı pozisyonda. İki duraktan otobüse alıyorduk seyirciyi. Hepimiz otobüsteki yolcularız. Çok garip bir deneyim. O yüzden bence ana akım tiyatro seyircisine ulaşamadık. Böyle bir deneyim onlar için çok korkunç gibi geliyor bana. Oyuncuya o kadar yakın olmak, ’Ya bana bir şey derlerse, bir şey sorarlarsa?’ korkusunu yaşıyorlar.”
Oyunun yapımcısı olan, aynı zamanda Serhat rolünü üstlenen Erkan Akbulut, izleyicinin “Serhat” karakterini sevdiğini, tanıdığını, onunla konuşmak istediğini anlatıyor: “Seyircimiz oyun bittikten sonra Serhat’ı zaten tanıdıklarını, Serhat gibi çocukları gördüklerini, karşılaştıklarını söylüyorlardı. Hatta çok garip bir şey oldu. Ümraniye’den oyuna gelirken sırtımda çantam, kostümlerim vardı. Kot pantolonum, şişme yeleğim vs… Benim kostümümle birebir aynı kıyafetle gezen birini gördüm otobüste. Hemen fotoğrafını çektim, paylaştım: ‘Serhat sokakta geziyor, akşam da otobüste olacak bekleriz sizi de’ diye.”
Erkan Akbulut, “Yaptığımız işin güzelliği şöyle” diyerek sözsüz de oynayabildiklerini vurguluyor. “Ben her bir seyircinin teker teker gözlerinin içine bakıyorum. Bu muazzam bir şey yani. Belki de o yüzden bunu yapmaya devam etmek istiyoruz. Hani sokakta bile yeri geliyor insanların gözünün içine bakamıyoruz, kaçırıyoruz gözlerimizi. Ama otobüste farklı oluyor. Hırsızlıkla suçlandığımda insanların gözünün içine bakıyorum ve ‘biz senin yapmadığını biliyoruz’ dediklerini görüyorum. Sigara veriyor, su veriyor, annemizin hasta olduğunu söyleyince tavsiye veriyor. Bunlar muazzam şeyler, yaptığımız tiyatroyu farklı kılan şey de burası. Birebir, sıcak. Çıkışta gerçekten Serhat olarak hayatıma devam edebilirim. İnsanlar gelip karakterle sohbet etmek istiyorlar, ‘Serhat gibi konuşsana’ diyorlar. Serhat ile arkadaş olmak isteyecek, ama Erkan ile çok da istemeyecek seyirciler oluyor. 2009 yılından bu yana sahnelerde birçok oyun oynadım, ama bunun keyfi bambaşka. Seyircinin ben sıktığı parfümü duyuyorum, onlar benim kokumu duyuyor. Otobüse bindiğimiz anda bir atmosfer oluşuyor. Orada aynı sıcaklığı paylaşıyoruz. Göz göze geliyoruz, diz dize geliyoruz. Ben yorulduğumda bana müsaade ediyorlar, yanlarına oturuyorum. Seyirci yeri geliyor benim sırtımı sıvazlıyor. Benim oyunda üstümü de aradılar. Evet bunlar tiyatro sahnelerinde de olabilir mi? Olabilir. Ama bir süre sonra bu bir yabancılaştırma efektine dönüyor. Otobüsün kendisi yabancılaştırma efekti zaten, öylece duruyor ortada.”
“TİYATRODA KURULAN HİYERARŞİYİ KIRMAK İSTEDİM”
Farklı tiyatro topluluklarında da oyunculuk yapan Burcu Halaçoğlu, bir yönetmen olarak farklı tarzları denemekten, arayışta olmaktan yana. “Yönetmen olarak söz söylemek istiyorsam, bir derdim varsa, tiyatronun kendisine, biçimine dair de demek istediklerim var” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Ben sevmiyorum, seyirci burada oturuyor, oyuncu orada, oyuncu sürekli ona bir şey anlatıyor. Oyuncu sürekli ‘ben çok entelektüel ve bilmiş bir insanım, böyle seveceksiniz, böyle olacak’ diyor. En eşitlikçi oyun dediğimiz bile, aslında o hiyerarşiyi kuruyor ister istemez. Yani alan ve veren taraf oluşuyor. Ben biraz onu kırmak istedim. Birlikte bir şey düşünebilir miyiz? Beden de eylem de çatışmanın içine dahil olunca eylemde buluyor insan kendini. Aslında bir soru attım ortaya.” Bu tutumun bir kısım tiyatro izleyicisi tarafından sevilmediğinin farkında Burcu Halaçoğlu, “metin yetersiz” gibi eleştirileri “bir otobüs gerçekliğinde yazdığını” söyleyerek yanıtlıyor. Uzaklara bakıp tirat adan biri yok yani otobüste.
“Çok Uzak Çok Uzak” oyunu öncesinde izleyiciye kimsenin güvenliğini tehlikeye atmayacak biçimde otobüste istediği yerde oturabileceği, ayakta durabileceği söyleniyor. Şehirler arası bir otobüsteki gibi koltukların numarası yok; bir İETT otobüsündeymiş gibi biniyor ve istediği yere oturuyor izleyici. Aynı biçimde oyuna dahil olabileceği de söyleniyor. Zaten izleyici de “yolcu” rolünde ve ilk andan oyunun göbeğinde. Burcu Halaçoğlu, izleyicinin katılımının oyuna göre değiştiğini, bazen çok müdahale edildiğini, bazen de “klasik bir oyun” izler gibi sessiz kalındığını söylüyor. Burada düğüm ilk adımın atılması aslında. Biri bir şey yapmaya başladığında otobüsün birden rengi değişiyor ve herkes katılıyor. Kimse katılmadığında herkes öyle devam ediyor. Bir nevi sosyal deneye benzetiyor Burcu Halaçoğlu bu durumu: “Bizim gizli oyuncularımız da vardı. 4 ana kast dışında, 3 tane de gizli oyuncu. Bazen onlara hiç gerek kalmıyordu, onlardan daha oyuncu izleyiciler oluyordu. Herkes bu kişilerin oyuncu olup olmadığını merak ediyor, soruyordu.”
SANATIN DEĞERİNİ ÖLÇME BİÇİMİ OLARAK “YAKILAN MAZOT”
Burcu Halaçoğlu, “Çok Uzak, Çok Yakın”a 41 oyun oynadıktan sonra neden son verdiklerini “Çünkü otobüsümüz çok bozulmaya başladı.” diye açıklıyor. Başka bir tiyatro topluluğundan duyulmayacak bir “oyuna son verme” gerekçesi bu. İETT ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile uzun görüşmeler, müzakereler sonrası bir otobüs tahsisi sağlayamadıkları için otobüs satın alan bir topluluk Tiyatro Pol! Daha doğrusu satın olmak zorunda kalan. Kültür A.Ş’ye de, İBB Kültür’e de, İETT’ye de defalarca dertlerini anlattıklarını, aracılar koyduklarını ama sonuç alamadıklarını anlatıyor Erkan Akbulut ve Burcu Halaçoğlu. İBB dışında yerel belediyelerle ve farklı kurumlarla da görüşmüşler ancak, onlarda belediye otobüsü yok.
Erkan Akbulut tüm bu müzakere süreçlerinden sonra vardığı sonucu şöyle özetliyor: “İşin siyaset kısmından bağımsız olarak bu yönetimler çok pragmatist yönetimler. Gerçekten bir küçücük taş atacaksak da ürküttüğümüz kurbağaya değsin, hatta kurbağa katliamı yapmak istiyorlar. Ama tiyatro öyle bir şey değil ki. Sanat ile pragmatizm nasıl yan yana gelsin. Gelmiyor işte! Oyunu kaç kişinin izleyeceğini sorup, mazot hesabı yapıyorlar. Oyun başına 35 kişi! Yaktığımız mazota değmez, diyorlar.”
Burcu Halaçoğlu da yaptıkları işin anlaşılmadığı fikrinde: “Ne olduğunu anlamıyorlar. Servis aracı, toplantı odası önerenler oldu. Yardımcı olmak istiyorlar, ama aslında ne olduğunu bilmiyorlar. Süreci de anlamıyorlar”. Öyle ki, “Size otobüs verirsek diğer tiyatrolar da ister” deyip, her hafta başka topluluğa otobüs vermeyi önermişler. Tiyatro Pol, başka yerde bulamayacağı bir şeyi, yani “belediye otobüsü”nü istediği halde, İETT’nin yanıtı parasıyla dahi “Hayır” olmuş. Erkan Akbulut, bu noktada maliyet hesabı yapıp, bir otobüs satın almak zorunda kaldıklarını söylüyor ve ekliyor: “Otobüs satın alsak en azından bizim oluyor. Geri veririz, diye düşünüyordum. Fakat kazın ayağı pek öyle olmadı. Biz otobüsü alırken de, satarken de çok zorladık. Hatta satamadık, takas yoluna gittik. Şimdi elimde pikap var, haberiniz olsun. Belki de pikapta bir oyun yaparız, 2 kişi, 3 kişi. Göçmenler geliyor aklıma, heyecanlandıran bir fikir. (Gülüyor) Elbette bunlar hayali şeyler, uyduruyorum. Sürekli de uyduruyoruz zaten. Aramızda böyle küçük oyunlar oynamaya da başladık, bir gün vapur, bir gün köşke bakıyoruz.”
Mecbur kalıp eski püskü bir belediye otobüsü almışlar, ancak bu kez de sık sık yaşanan arızalar sorun olmuş. Son anda bozulan otobüs yüzünden oyun iptalleri canlarını sıkmış epeyce. “Yakılan mazota değmez” diyen belediye görevlilerine nazire yaparcasına, mazot fiyatları da epeyce artmış! “Bir oyunun bedeli bile bizim küçücük bir bağımsız tiyatro olarak altından kalkamayacağımız maliyetlere ulaştı. Zaten çok az seyirci alabiliyorduk, fahiş fiyatla bilet satan da bir topluluk olmak istemedik. Kaldırmak zorunda kaldık oyunu.”
“AĞLAYA AĞLAYA BIRAKTIK, KEŞKE GÖKTEN BİR OTOBÜS DÜŞSE”
Erkan Akbulut ve Burcu Halaçoğlu, bir yandan bu “son”u kabullenmiş gibi görünüyorlar, diğer yandan “olma ihtimali”nden söz edince bile gözleri parlıyor. “Keşke”ler, “Hala dilimizde”ler havada uçuşuyor. “İçimizde ukte, istemez miyiz?” diyor Burcu Halaçoğlu: “Otobüsü ağlaya ağlaya bıraktık. Keşke gökten bir otobüs düşse, oyunu yeniden yapsak. Doğrudan aramıyoruz, ama sürekli dilimizde. Hala otobüse destek olabilecek birileri var mı, diye soruyoruz.” Daha önce otobüs istemek için görüştükleri “yetkililer”in oyuna gelip gelmediğini soruyoruz, belki izleyince fikirleri değişmiştir diye, ama yanıt olumsuz: “Hayır tabii ki gelmediler. İzlemediler. Ama sonrasında bazı isimlerle karşılaştığımızda, ‘Biz sizi tanıyoruz, biliyoruz’ diyorlardı. Tabii ki tanırsınız, o kadar çok başınızı ağrıttık ki!”
Oyunun bir sahnede oynanması ihtimalinin lafzına bile tahammülü yok Burcu Halaçoğlu’nun “Hayır olmaz! Mümkün değil bu oyun için. Nuri Bilge Ceylan’a Kuru Otlar Üstüne’yi neden İstanbul’da çekmediğini sormak gibi bu. Katılımcı, yani sarmalayan biçimde, mekana özgü şekilde otobüste olmak zorunda bu oyun. Otobüs de hareket etmek zorunda ki, seyirciyi o gerçekliğin içine almak mümkün olsun. Başka türlüsünü düşünmedim, istemem de.”
Burcu Halaçoğlu, kamu kurumlarının, özellikle de belediyenin kamusal alandaki böyle bir projeye destek vermemesini hala anlayabilmiş, hazmedebilmiş değil. Büyük bir özgüvenle ve haklı olarak “Bu proje müthiş” diye giriyor söze: “Kent kültürüne, kent bilincine, sınıflar arası çatışmalara, sosyal uzlaşıya dair müthiş bir proje. Şimdi yurtdışı fonlara o kadar çok yerden başvurabiliyorum ki. Ama biz bunu yerel yönetimimize anlatamıyoruz. İstanbullu olmakla ilgili çok değerli bir proje olabilirdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi projesi olabilirdi. Bunu bile istedik; gidelim başka semtlerde oynayalım, bu projeyi alır mısınız, diye de gittik. Bu şehirde yaşayan insanların arasındaki çatışmalar ve çözümler üzerine bütün otobüste birlikte düşündüğümüz bir oyun. Bilmiyorum, belki de biz anlatamadık.”
Ama bu süreçlerin nasıl işlediğinin de fazlasıyla farkında Burcu Halaçoğlu; “Tanıdığın varsa, birtakım ilişkiler dönüyorsa bu işler kolay hallediliyor. Biz maliyetini karşılayalım dememize rağmen bir otobüsü belirli günler ayırmak istemiyorlar. Ana akım tiyatro değiliz, bunu biliyoruz. Bize paralar ya da sponsorlar yağmayacak, aslında seyirci de yağmayacak. Yerimizi bilmek çok güzel, ama sponsorluk başvurularında seyirci sayısına bakıyorlar. Kimler oynuyor, diye bakıyorlar.” diyor. Erkan Akbulut ise, seyircinin oyunlara sahip çıktığını, ancak artık bir sistemin oturması, tiyatronun krizlerden etkilenmemesi için bir yol bulunması gerektiğini vurguluyor.
Burcu Halaçoğlu’nun vurgu yaptığı yer ise “kamusal yarar” ve “kamusal tiyatro” kavramlarının tartışması; kent kültürünün ne olduğunun anlaşılması. Yerel yönetimin kentteki sanatla ne yapmak istediğinin ortaya konulması gerektiğini dile getiriyor: “Sahneleri bedava verip, oyunları bedava yapmak çözüm değil. Hem yerel kültür politikalarımızın, hem genel kültür politikalarımızın çok ciddi çalışılması gerekiyor. Yoksa tabii ki ben Zorlu PSM kadar belki destek almayacağım, ama benim de kendimce, bir oranda, yapacağım kadarıyla belediyeden, devletten destek almam gerekiyor.” Erkan Akbulut da, “ticaret yapanlarla aynı kefeye konulmak”tan rahatsız. KDV, Stopaj, vergi gibi sorunları hatırlatıyor, tiyatro oluşumlarının buna karşı mücadele ettiğini vurguluyor.
Burcu Halaçoğlu biraz umutsuz, “Bir komisyon olsa, sanatçılardan oluşan…” diyor, ancak hemen ardından kaygısını dillendiriyor: “Ama şimdi ben Türkiye’de bunu istediğimde de o sanatçıların kim olacağını çok merak ediyorum. Neresinden tutacağım bilemiyorum. İnşallah gelecek nesiller…”
TİYATRO İLE TİYATRO PROGRAMININ KADERİ AYNI
Bir son not olarak ekleyelim; Tiyatro Pol’ün otobüs bulamama, otobüste tiyatro yapamama hikayesinin bir benzerini söyleşi çekimleri esnasında biz de yaşıyoruz. Araya tanıdıkları sokmalar, sormalar, soruşturmalar sonrası programı otobüste çekmek için Beyoğlu Tünel’e gidip İETT’ye yazılı başvuru yapıyoruz. Talebimiz sadece 2 saatliğine duran bir otobüs! İki gün sonra bir telefon geliyor, sorular sorular… “Ücreti olur” diyorlar, “Tamam” diyoruz. Sonra bir telefon, bir telefon daha… “Oyuna dair bilgi bulamadık” diyor telefondaki ses; önce anlamıyorum, “Attım ya size bilgileri, linkleri” diyorum. Sonra jeton düşüyor; “Siz oyunun metnini mi arıyorsunuz?”, yanıt “Yani evet”. Sonrası “Bu artık sansüre giriyor…” diye başlayan bir tirat. Otobüsü vermeyecekleri açık, bari sesimiz gür çıksın! Yazılı istenen dilekçemize yanıt ertesi gün telefonla geliyor; “Operasyonel nedenlerle boşta otobüs olmadığı için talebinizi karşılayamıyoruz”. Biz de az “tiyatrocu” değiliz; “durakta çekme” fikri peydah oluyor ve çekimin çoğunu arkamıza Tiyatro Pol’ün otobüsünün kalktığı durağı alarak yapıyoruz. Al sana “yabancılaştırma” efekti!
Bitmiyor, tıpkı otobüs satın alan Tiyatro Pol’ün uzun uzun izin peşinde koşturması gibi! Biz zabıtaları gözlerken, çekim sırasında sivil bir memur arkadaş bitiveriyor yanımızda. “İzin var mı?”, “Ne çekiyorsunuz?”, “Ne kadar sürecek?”… “Basın hürdür, izin almaz” goygoyu ve uluslararası basın kartlarımızla kurtarıyoruz.
Ne kıymetli otobüs, ne tiyatroymuş arkadaş; buluşamıyorlar bir türlü! Aklımıza “Çok Uzak, Çok Yakın” oyununda Sibel karakterinin çığlığı geliyor; “Bizim sesimiz hiç çıkmasın, konuşmayalım, hakkımızı aramayalım di mi?”
Evet, hakkımız! Çünkü otobüs, tiyatronun da hakkı…
Öyle mi İETT? Öyle mi İBB?
* “Türkiye’de Kamusal Tiyatro Deneyimleri ve Olanakları” projesi bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı tarafından finanse edilmektedir.
Mustafa Kara’nın “Çok Uzak Çok Yakın” ile ilgili eleştiri yazısını okumak için tıklayın.