Yücel Erten dönemi kapanıyor: “İzmir Şehir Tiyatrosu’nun Geleceği Üzerine”
İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kurucu Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten, yeni dönemdeki durumu ve İzmir Şehir Tiyatrosu’nun geleceğini yazdı.
YÜCEL ERTEN
Haziran sonu itibariyle benim İzmir Şehir Tiyatrosu’ndaki Kurucu Genel Sanat Yönetmeni görevim sona erebilir veya bir üç yıl daha uzayabilir ya; dostlar, sanatçılar, tiyatroseverler merak edip soruyor: Devam ediyor musunuz? Ne olacak?…
Bilirsiniz, siyasetçiler, durumları gereği her konuda konuşurlar. Tabii sanat hakkında da konuşurlar: “Sanat önemlidir. Sanatı-sanatçıyı destekleyeceğiz.” Biz sanatçılar da hoşlanırız bundan. Gelgelelim bu sözleri, siyasetçilerin tutumlarına bakarak değerlendirmek gerekir.
Bu kentte 70 yıllık bir sürüncemeden sonra, 3 yıl önce İzmir Şehir Tiyatrosu kurulmuştur. İzmir’in sanat yaşamı açısından, bu kentin yakasına takılmış bir mücevherdir. Belediyenin 174 Şube Müdürlüğünden birisi değildir, çünkü bir sanat kurumudur. Sanatın önemini kavramış bir siyasetçinin, bunun bilincinde olması ve buna göre davranması gerekmez mi? O yakışıklı, hassas sözlerle eylemin birbirini tutması gerekmez mi? Tutmuyor.
Anlatayım:
Sayın Başkan Cemil Tugay göreve başladığı zaman, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun geleceği hakkında deneyimlerimi ve görüşlerimi aktarmak üzere randevu talebim oldu. Randevu talebi Özel Kalem nezdinde 3 kez tekrarlandı. Bir kere de kendisini Nazım Hikmet’in ‘Yolcu’ oyununun prömiyerinde ağırladığımız zaman (İzmir Şehir Tiyatrosu’nun açılışından bu yana geçen üç sezonda ilk kez tiyatromuza geliyordu. Dolayısıyla kendisi ile ilk kez karşılaşıyorduk.) sözlü olarak rica ettim.
Çok meşguldür, başı kalabalıktır düşüncesiyle, sabırla bekledim. Ama sayın Tugay, kentin bir sanat kurumunun ‘Kurucu Genel Sanat Yönetmeni’ne, 74 gün boyunca randevu vermedi. Sonunda 12 Haziran akşamı özel kalemine, görüşmemiz için bir arka plan oluşturması dileğiyle bir mektup gönderdim. Ertesi gün, yani göreve başlamasının 74. gününde, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun geleceği hakkındaki kararını bir bürokrat aracılığıyla bildirdi. Beni bürokratlarından biri sandı herhalde ki; yüzyüze bir görüşmeye yanaşmadı, haber gönderdi: Yola başka bir Genel Sanat Yönetmeni ile devam edecekmiş.
Önce -bu kararın değil ama,- bu davranışın adını koymak gerek: Bu davranış, bir Sanat Kurumunu küçümseyen bir özensizliktir. Çevresinde ciğerci kedisi gibi dolaşan, rapçisinden topçusuna kadar herkesle görüşüp; İzmir Şehir Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmeni ile görüşmemek; nezâketle de bağdaşmaz, saydamlıkla da. Yöneticilikten çıkar, siyasetçinin sanat kurumları konusundaki bakış ve davranış şablonunun, hazin fotoğrafı olur.
Tanımadan, konuşup görüşmeden, bilgi almadan, bir dayanağı, bir açıklaması olmadan, bu karara varabilme yeteneğinin adını da siz koyun dostlar…
Burada kişisel bir alınganlıktan söz etmiyorum. Sayın Başkan, 57 yaşında, ben 62. sanat yılımı yaşıyorum. Görmüş-geçirmiş bir insanım. Bu davranıştan benim pullarım, apoletlerim, pırpırlarım falan dökülmez. Karalar bağlayıp, bunalımlara düşmem. Sanat-siyaset çelişkisinde sayısız yazı ve bildiriler yazmış bir sanatçı olarak, bundan şahsen alınmamayı başarabilecek kadar objektif bakışa sahip olduğumu düşünürüm. Ama sanata ve kentin gözbebeği bir sanat kurumuna karşı küçümseme, özensizlik ve bilgisizlik anlamına geldiğini söylemekten de kaçınmam. Çünkü bu konuda sessiz kalmam, bir sanat kurumunun öz erkini, siyasal erke rehin bırakmak anlamına gelir. Buna boyun eğip yutkunmak için bir neden yoktur. Bu bağlamda sanat çevresini bilgilendirmeyi de görev bilirim. Bu kıymetli kuruma ve genelde sanat kurumlarına, gelecekte daha özenli ve dikkatli davranılmasını beklemek hakkımızdır. Nezâketle, rica ederek bildirmiş olayım.
Aydınlatayım:
İzmir Şehir Tiyatrosu’nun çok emek verilmiş bir yönetmeliği var. 30-40 yıldır sivil toplum kuruluşlarında ortaklaşılmış ilkeler üzerine kurulmuştur. Yapılanma ve kuruluş bu yönetmeliğe göre gerçekleşti. O yönetmelik, tiyatronun “sanatsal açıdan özerk” olduğunu ilan eder. Türkiye’de bir ilktir. Ve biz bununla gurur duyuyoruz.
Sanatsal özerkliği lâfta bırakmamak için de, Genel Sanat Yönetmeni’nin atanması ve görev süresi kurallı hâle getirilmiştir. Nedir o? GSY üç sezon süre ile görev yapar. Başkan’ın uygun görmesi halinde bu süre bir üç sezon daha uzatılabilir. Yani GSY bu süre boyunca repertuvarında ve sanatsal tercihlerinde özerklikten yararlanır; ama hiç bir GSY de ömür boyu oraya kazık kakamaz.
Üç sezonun sonunda, Kurucu Genel Sanat Yönetmeni’nin görev süresi bitebilir. Yönetmelik, bir üç sezon daha devam edip etmeyeceği konusunu, tümüyle Belediye Başkanı’nın kararına bırakmıştır.
Gelgelelim, yeni Genel Sanat Yönetmeni’nin belirlenmesi de siyasal erkin keyfine, meşrebine, mezhebine bırakılmamış, kural getirilmiştir. İlana çıkılır, başvuru koşullarını taşıyan adaylar, özgeçmişlerini ve 3 sezon için öngörülerini içeren bir dosya ile başvurularını kuruma iletirler. Bütün adaylar, İzmir Şehir Tiyatrosu Yönetim Kurulunca değerlendirilir. Bu değerlendirmenin tamamı ile birlikte öne çıktığı düşünülen en az 2 aday, Belediye Başkanı’nın tercihine sunulur. Başkan, tercihini kullanarak atamayı yapar. Yani burada da değerlendirme süzgeci, tiyatronun öz erkine bırakılarak, sanatsal özerklik vurgulanmıştır.
Şu iki noktayı da eklemeliyim: Onyıllardır tiyatro dünyamızda savunduğumuz ‘Sanat Kurumlarını sanatçılar yönetir’ şiarına uygun olarak; Yönetim Kurulumuzun yapısı, ilgili Şube Müdürü dışında bürokrat içermez. Vesayet veya icazet mekanizmasına dönüşmesi muhtemel herhangi başka bir kurul da yoktur.
Bütün bu saydıklarım, bir sanat kurumunun öz erkini, sanatsal özerkliğini pekiştiren kurallardır.
Görülüyor ki, benim bir 3 yıl daha göreve devam etmemin istenmesi ya da istenmemesi; benim müdahil olacağım bir konu değildir. Her iki tarafın istemesine bırakılmıştır. Ben kendi adıma, çeşitli vesilelerle görevi sürdürmekten yana olduğumu kamuoyu önünde belirttim. Hattâ şunu da yazdım ve bir televizyon programında söyledim:
“İzmir Şehir Tiyatrosu bir anlamda benim evlâdım. Doğrusu ya, emek verip bugüne getirdiğim evlâdımı, 3 yaşında yalnız bırakmayı tercih etmem. Benim sanatıma ve mesleğime karşı taşıdığım sorumluluk anlayışıma sığmaz. Hiç değilse bir 3 yıl daha eğitmek, gözetmek, daha sağlıklı hale gelmesi için emek vermeyi isterim elbette. Öyle ki, artık abeceyi öğrenmiş olarak okula gidecek hale gelsin… Ama tabii bu konu, yönetmeliğimize göre tamamiyle Sayın Başkan’ın tercihindedir. Genel Sanat Yönetmeni’nin değişmesi yönünde bir irade ortaya koyması durumunda, bana saygı duymak düşer. Sanatsal özerklik ilkesi ışığında, Yönetmeliğimizin belirlediği kurala göre, yeni Sanat Yönetmeni seçilip atanıncaya kadar görevimi sürdürürüm…”
Tiyatro tarihimizde yeni bir sayfa olan İzmir Şehir Tiyatrosu açısından önemli olan, benim gitmem ya da kalmam değil; Yönetmeliğimizin kalıcı olması ve ‘öncü’ niteliğini sürdürmesidir. Elbette herkesin o yönetmeliğe göre davranmasını beklemek de, tarihsel görevimizdir. Çünkü tek derdimiz, Kurumun sanatsal özerkliğinin korunmasıdır. Yönetmeliğe aykırı her davranışı, sanatsal özerkliği yok etmek üzere bir girişim sayar, eleştirir, mücadele ederiz.
Bir parantez:
Ülkemizde yerel yönetim tiyatroları yasa düzeyinde bir dayanağa sahip olmadığı için, 110 yaşındaki devasa İstanbul Şehir Tiyatroları da dahil olmak üzere hepsi yönetmeliklerle yürüyor. Üstelik yönetmelik konusunda da bir standart oluşmuş değil. Ve yönetmelik denen şey kaygan bir zemin. Siyasal erkin ihtiyacına, bazan da keyfine göre, Belediye Meclisinin bir kararı ile değişebiliyor. Açılıyor, kapanıyor, kadro veriliyor, kadro alınıyor, siyasetçinin zevkine uygun sanat yönetmenleri atanıyor. Sonrası gitsin Tarsus, gelsin Nilüfer…
Hadi biz yine de kendimize bir de küçük sevinç bulalım: Yukarıda özetle açıkladığım ‘sanatsal özerklik’ ve onun güvencesi olan ‘Yönetmelik’, tiyatro çevresinde giderek kabul görüyor, övgüyle karşılanıyor. Tarsus ve Nilüfer’de karşılaşılan, siyasetin sanat kurumlarına uygunsuz müdahelelerinden sıyrılabilmenin yolu da, bu yöntemin yaygınlaşmasından geçiyor.
Nereye kadar?
Şimdi Sayın Cemil Tugay’ın danışma-görüşme gereği duymadan verdiği karara göre, benim görevim sona eriyor. Bunda bence bir sakınca yok. Ama o tazecik tiyatro, nasıl bir atmosfere sürükleniyor; oraya doğru bir göz atalım.
Sözgelimi, kendinde keramet vehmeden bir vatandaş, İzmir Şehir Tiyatrosu’na Genel Sanat Yönetmeni olmaya kafayı takmış olsun. Takar ya, bize ne, değil mi? Ama kendini överken her seferinde köpüğü taşırıyormuş. Taşırır, bize ne? Sayın Başkan’ın etrafında ciğerci kedisi gibi dolaşıyormuş. Dolaşır ya canım, bizi ne ilgilendirir?
Ama bir dakika! Uluorta “Bu kentin tiyatrosunu temize çekeceğiz.” diye yazıyorsa?… “Bir tiyatronun yapacağı en son iş, oyun sahneye koymaktır. Özellikle kurumsal bir yapı içinde.” diye saçmalıyor ve de bu saçmalığı ısrarla savunuyorsa?… Ayrıca dramaturgu rejisör sanıyor, sosyal medyada akşam yazdığını sabah siliyor, bozuk diksiyonuna bakmadan usta rejisörlük taslıyor, mevcut tiyatro potansiyelini bir kalemde silip atıyorsa?…
Bitmedi: İsim zikretmeden yazma kurnazlığına sığınarak kullandığı, nefret ve küçümseme barındıran cümleler, yaşım, kariyerim ve konumum itibariyle bana ve İzmir Şehir Tiyatrosu’na doğru sarkıyorsa? İzmir Şehir Tiyatrosu’nun ilk üç yılı üzerine ahkâm kesip, kalın doğruyorsa?…
Yetmedi: O kuruma Genel Sanat Yönetmeni olmanın, yönetmeliğin öngördüğü kurallar içinde gerçekleşebileceğini bilmiyorsa? Bu bilgisizlikle, saman altından su yürüterek adam devşirmeye, yandaş toplamaya yelteniyorsa? Kurum sanatçılarına makam-mevki vaad etmeye başlamışsa? Bazı sanatçı ve çalışanlar, daha şimdiden “Falan, filan ve feşmekân gidiyorlar, biz geliyoruz” deme cür’etine ve sazanlığına düşmeye başlamışlarsa? Tiyatroya yayılan bu toksik hava, artık küçük iktidar savaşlarına yol açıyorsa?…
Bakın işte orada artık “Bize ne” diyemeyiz. Aydın ve sanatçı sorumluluğu denen bir şey vardır ve orada devreye girer, açık itirazını yükseltir. Ve bu konu, elbette beni hem kurumsal hem de bireysel açıdan ilgilendirir. Elbette yorum yapar, karşılık veririm. Tiyatromuza verdiğim emeğin, bana tanıdığı haktır bu.
Oysa tiyatro dünyamızda modası geçmiş “Saldıralım, karalayalım, hırpalayalım, düşürelim; yerine ben geçeyim” hezeyanlarına artık yer olmamalı. Cılız mahalle dedikodularından beslenme huyuna bir son verilmeli. Ortak akılla kural koymalı, kurala uymalı. Yanılıyor muyum?
Önemle vurgulamış olayım:
Aslında burada bir ‘kişi’ değildir söz konusu olan. Sanat ortamında yaygın bir insan tipolojisidir bu. Bilirsiniz, bunlar genellikle, sanatlarını ve sanat kurumlarını siyasal erke endekslemekten çekinmezler. Öncelikle bilinç eksikliği rol oynar burada, yanısıra denetimsiz ego. Sanatçıda, bürokratta, kültürcüde pek yaygındır. Dikkatle bakarsanız görürsünüz: O tiyatro yoktan var edilirken, kurumlaştırma çilesi çekilirken, linç yerken, darbe teşebbüsüne maruz kaldığınızda filan hiç yokturlar. Bir görüş bildirmeye bile gerek duymazlar. Meyvaları toplama mevsiminde ortaya çıkarlar ve mancınıkla fikir atarlar ortaya. Türk aydınının, sanatçısının profilini gerçekçi olarak çizmeye kalkıştığınızda, bunları görmezden gelemezsiniz. Bir anlamda yurdumuzdaki genel fotoğrafın bulanık ve titrek kalmasının nedenleridirler.
Üstümüze üstümüze gelen bu zehirli atmosferde, kanaat önderi pozu takınarak herkese saydıran bu heveskârlara, kamuoyu önünde bazı sorular sormak zorunlu hale gelir.
Soralım:
Sen, mavi gömlekli, İzmir Şehir Tiyatrosu’ndan ne istiyorsun? Kurumumuzun neyini beğenmiyorsun? Öyle kurusıkı sallamakla olmaz, şöyle açık açık, örnekli-mörnekli bir anlat da anlayalım.
Sen, pipolu, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun 3 sezonda sergilediği 12 oyununun hiç birini izlemedin. Hangi şapkandan eleştiri tavşanı çıkarıyorsun?
Ya sen, uzun boylu? Ancak 3’ünü, belki 4’ünü izledin. Bu hoşnutsuzluk ve küçümsemeyi nereden üretiyorsun?
Sen, pembeli, Kurum’un repertuvar tiyatrosu uygulamasını mı beğenmiyorsun? Repertuvarın kendisini mi? Gerekçelerin?…
Sözgelimi sen kıvırcık, televizyonda yeni bir fikir ortaya atar gibi ’Bedia Muvahhit Anması’ndan söz ediyorsun. Bu tiyatro, Muvahhit’in İzmir’de sahneye çıktığı günün 100. yıldönümünde gereğince yaptı o işi. Ama senin haberin yok?…
Koro halinde çene suyu çorba yapıyorsunuz ama; çoğunuz bu tiyatronun İzmir’in 100. yılına armağanı ‘Benim Naçiz Vücudum’ oyununu da izlememişsinizdir…
Sen, hâki ceketli, “Yücel Erten tiyatrosu oldu” diyormuşsun. Yücel Erten 88 oyun sahnelemiş, 40’ın üstünde ödülle onurlandırılmış bir tiyatro öğrencisi. Ya ne olacak sanıyordun? Çadır tiyatrosu mu? Köy tiyatrosu mu?…
Sen, ‘röpriz, tekrar’ diye bir şeyler mırıldanan sakallı, ya hiç dayak yememişsin, ya da sayı saymayı bilmiyorsun…
O tiyatronun sahnesine kavuştuğu ilk sezonda istisnasız bütün temsillerinin kapalı gişe gittiğini, 30 bini aşkın seyirciye ulaştığını hiç mi duymadınız bre? Bu sezonda 35 bine vurdu o rakam.
Peki Kurumu kutlayan ödül yağmurunu?… 24 Haziran’da açıklanacak Özdemir Nutku ödüllerinin ödenekli tiyatrolar kategorisinde 15 ödül verilecek; İzmir Şehir Tiyatrosu’nun 14 adaylığı var; görmediniz mi?
Oyunlarımızın çeşitli festivallere davet edildiğini, 11 Büyükşehir Belediye Şehir Tiyatrosunu İzmir’de bir araya getiren ‘Buluşma’mızı, ‘Yerel Yönetim Tiyatrolarının Yasal Dayanak Arayışı’ başlıklı çalıştayımızı da duymadınız, he mi?…
Sen, güneş gözlüklü, benim tiyatrodaki oyun ve çevirilerimden telif aldığım yalanını, sinsice yayan sen değil miydin?
Siz, 2 yıl boyunca konuklarımız olan dans üçlüsü. Konukluk süresince birbirine çelme takmak için didinmenin, konukluk sona erince de bulanık bir muhalefette kankalaşmanın, anlamı ve tiyatroya katkısı nedir, hiç düşündünüz mü? Bilmiyor musunuz, ortak akla dayalı, ayağı yere basan bir muhalefet, kendi kurumlarınızda da geçerlidir. Neden ille de misafir olduğunuz bir kuruma muhalefette bu derece ısrar? Yoksa siz de mi Genel Sanat Yönetmenliğine göz dikmiştiniz?
Hele siz, sol taraftaki masada oturanlar, bu tiyatroda kendini ‘daimi senatör’ ilan etmeye kalkışan sizler değil miydiniz? Bu amaçla gizliden gizliye yönetmelik darbesi yapmaya kalkışmamış mıydınız?
Yeter, çok söyletmeyin beni. Neye dayanarak sürekli sokranıyorsunuz?
Saptayalım:
Bu tiyatro, bütün personeli ile türlü güçlükleri, yoksunlukları göğüsleyerek, 3 yıl içinde benzersiz bir gelişim ve başarı gösterdi.
Repertuvar mı? Çiçek sepeti… Enerji mi? Kesintisiz…
Estetik performans? Profesyonel… Seyirci? Alkış, kıyamet…
Görev dağılımları mı? Benzersiz şekilde dengeli ve adaletli…
Toplu oyunculuk mu? Daha dün ‘Deli Dumrul’ oyunumuz ansambl ödülüyle onurlandırıldı. Daha önce de ‘Mor Şalvar’. Alevli meyve tabağı yani…
İş barışı? Evet, tiyatro yönetiminin yetkisi içinde olmayan ve bütün çalışanlar için geçerli olan gelir düşüklüğü açık bir gerçektir. Ama Türkiye’de büyük kitleleri kapsayan bu sorun karşısında, sanki tiyatro yönetimi sorumluymuş gibi bir muhalefet oluşturmaya kalkmak da, tipik taşra kurnazlığıdır. Bu şuursuz muhalefetin oltasına takılmış birkaç sazanın, sosyal medyada avukat desteğiyle poz vermesi ve “Biz geliyoruz” ergenliğini marifet saymasının dışında, tiyatronun keyfi yerinde…
Aldığımız ücret, -benimki de dahil olmak üzere- hep düşük ve mütevazı idi. Kurum mensubu hiç kimse, bu üç yılda tek kuruş telif almadı. İlk yılımızı eğreti bir sahnede ve gişesiz(!) geçirdik. Yer temininde gecikildiği için, bazı Yönetim Kurulu toplantılarımızı İzmirSanat’ın bahçesinde yaptık. Tiyatroya asla yatkın olmayan, yıldırıcı ihale yönteminden sıkıntılar çektik. Öyle ki 3 yıl boyunca hâlâ oyuncularımız için kulise birer giysi dolabı koydurabilmiş değiliz. Kitaplarımın yarısını tiyatronun kitaplığına armağan ettim ama, ihale sırasına giremediği için raf yaptıramadık ve hâlâ karton kutularda duruyorlar. Bunlar yakınma değil, ortada duran gerçeklik. Biz bu sıkıntılar karşısında ağlaşmadık, alternatif yollar aradık, icad ettik, çözüm odaklı kalmayı elden bırakmadık. Sanat siyasetimizi aydınlığa doğru kurmaktan, sanatımızın hakkını vermekten başka bir kaygımız olmadı.
Bu tiyatronun başarılarını görmezden gelmek bir yana; muhtemel ki Türkiye’de eşi bulunmayan Yönetmeliğini de doğru dürüst bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz için bu Sayın Başkanın etrafında fır dolanmalar, benden sonra Genel Sanat Yönetmeni olacağı iddiasıyla kurum içinden oyuncu devşirmeler, onlara makam-mevki vaadlerinde bulunmalar… Bu kasaba işi, gecekondu tarzı, şark usulü hamleler, ergenlik çağının tezahürleridir. Ben de Türk Tiyatrosu’nda bu alaturkalıklarla mücadelenin tarihini yazan ordunun bir neferiyim. Doğal ki, geçmişte mücadele ettiğimiz gibi, bundan sonra da ortak mücadelemizi sürdürürüz. Gel gör ki, bu mücadeleyi, şimdi basit bir post kavgasına dönüştürmeye kalkmanın bir anlamı yoktur.
Çünkü olayın özü çok yalın: Liyakat değerlendirmesi, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun sanatçılardan oluşan Yönetim Kurulu’nda gerçekleşecektir. Er meydanı orasıdır.
El hasıl-ı kelâm:
Bu yazıyı, sonuçta İzmir Şehir Tiyatrosu’nu örseleyecek söylenti, rivayet, tevatür, dedikodu düzleminden, yayılan toksik havadan çıkarmak amacıyla yazdım.
Bilmiyorum, merak eden dostları, sanatçıları, sanatseverleri, muhtemel adayları yeterince aydınlatabildim mi?
Yeni bir Genel Sanat Yönetmeni aranması yoluna gidileceği anlaşılmıştır. Ben, İzmir dışındaki deneyim sahibi yönetmen dostlarımı da Türk Tiyatrosu’nun bu yeni ocağına yön verme, geliştirme konusunda yüreklendirmek isterim. Daha önce belirttiğim gibi, elbette Yönetmelikte belirlenmiş koşulları taşıyan herkes dosyasını hazırlayıp başvurabilir. Başvurular, İzmir Şehir Tiyatrosu Yönetim Kurulu’nda olabildiğince objektif biçimde değerlendirilip Sayın Başkan’a sunulacaktır. Kimse kaygılanmasın, doğal ki burada temel ölçek, kurumun esenliği ve liyakat olacaktır.
Ama son olarak Genel Sanat Yönetmenliği doğrultusunda yürümeyi düşünenlere ve ortaklarına, davranışlarının bir aşamada müstehcenleşebileceği konusunda bir uyarıda bulunmak isterim. Alaturka usûlle ‘yönetmelik değişikliği’ yolunu zorlayanlar olursa; demokratlığa da sığmaz, aydın ahlâkına da, sanat aşkına da. Müstehcenliğe kayar, vesselâm…
20 yıl önce, -o zaman adı İzmit olan- Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nun Genel Sanat Yönetmenliği’nden ayrılırken; sanatçılara seslenen duyurumdaki bir sözümü tekrarlayarak bitireyim:
“Unutmayın ki tiyatro aşkı ve ahlâkı, bizim varlık nedenimizdir. Ve biz elden çıkarmadıkça, onu bizlerden kimse alamaz.” (Tiyatro… Tiyatro… Dergisi)