Şuan Okunan
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri: Şimdi sen bir erkek olarak…

Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri: Şimdi sen bir erkek olarak…

Sen şimdi bir erkek olarak tabii ki annen üzerinden özdeşlik kuruyorsun metinle, ama ben bir kadın olarak zaten kendim hemen ilişkileniyorum onunla, araya bir figür koymama gerek kalmıyor.” (B.G.)

MUSTAFA KARA

Édouard Louis’nin Moda Sahnesi’ndeki oyunu “Babamı Kim Öldürdü”ye, “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” eklendi. Louise’nin otobiyografik romanlarından uyarlanan bu iki oyun izleyiciyi öncelikle kendi anne ve babası ile yüzleştiriyor olmalı. Çünkü en çok işin bu kısmını duyuyorum, okuyorum. Onur Ünsal’ın “Babamı Kim Öldürdü”deki kostümüyle seyirci koltukları arasından başladığı yürüyüş, annesinin elbisesiyle yumrukları havada çıktığı selamlamaya uzanıyor. Bu kez bir kadının kavgalarına tanıklık ediyoruz, dönüşümlerini görüyoruz.

Evet, zafer ilan etmek için erken denebilir, kadın için kavga yeni başlıyor. Üstelik gerçek hayat hikâyesini de dinledik biraz. Yine de kocayı üretime yeniden hazırlayan, çocuğun ve yaşlının bakımını üstlenen “yeniden üretim işçisi”nin hayatını, hayallerini, cinselliğini geri kazanması nereden bakarsan bak, büyük bir zafer.

Bir oğulun oğul olmama mücadelesini izliyoruz, bir kadının kadın olma mücadelesini izliyoruz. Peki babanın mücadelesi ne bu hikâyede? Biraz geniş alalım, “Babamı Kim Öldürdü”yle birlikte düşünürek soralım, kim bu adamlar? Sistemin ezdiği bir işçi olan babayla empati kuruyoruz kolayca, peki ya özdeşlik kurabiliyor muyuz? Kadınlar annenin yaşadıklarıyla kuşaktan kuşağa rahatça özdeşlik kurabildiğini söylüyorlar oysa. Niye babayla özdeşlik kuramıyoruz da, empati ile yetiniyoruz? Davası belli ki ekmek davası, niye olamıyor? Ekmek davası diğer bütün günahları örtecek mi, yoksa “kendi için sınıf olma” halini Marx’a mı soracağız? Peki “kendiliğinden bilinç”e karşı ne yapmalı Lenin?

Biraz bu sorulara, bolca da kendi ahvalimize bakalım. Malum, “ilim kendin bilmektir”. Sen kendini bilmezsen, ya nice izlemektir? Böyle yapmazsan fena. Maazallah, erim erim erkekliğinin kırılgan ve başka erkeklerce güvenli hale getirilmiş sularında yüzerken bulursun kendini, cümlelerini oradan kurarsın. Yazı bile yazarsın. Neyse.

SINIFIN SESİ, SINIFIN KÖLESİ, SINIFIN BURJUVASI!

Güçlü ve yıkılmaz sanılan erkeklik bir iş kazası ile aciz hale düşerken, zayıf görünen ‘akıl ve incelik’ bir yazar olarak, çoğu vazgeçmişken dahi sınıfın sesi olmayı başarıyor.” diye yazmışım Babamı Kim Öldürdü için. Édouard Louis’nin babasına rağmen babasını anlama çabası, sınıfa rağmen sınıfı savunma tutarlılığının özeti bu. İşçi babanın mağduriyetinin nedenlerini kapitalist sistemin tam da merkezinde gösterirken empati kurmamak pek mümkün değil elbette. Kapitalizmin belini kırdığı işçi babanın trajedisini anlamak, paylaşmak, buna karşı mücadele etmek gerekir.

Fail olan babayla öyle mi peki? Sadece şiddeti de kastetmiyorum, evi çocukları ve eşi için yaşanılmaz bir cehenneme çeviren işçi babayla özdeşlik kuramazsın, hikâyenin de, hayatın da akışı buna izin vermez. İşçi babasının “erkeklik dayatmaları” ile çatışa çatışa, sevgisizlik ile dövüşe dövüşe büyüyen Édouard Louis, kapitalist sistemi asıl fail koltuğuna oturtur, babasıyla ise anlamak, paylaşmak ve affetmek üzerine kurulu bir ilişki kurar. En fazla beli ezilmiş yatan işçiden Haklısın, galiba bir devrim şart” diyen gecikmiş bir özeleştiri bekler. Doğrudur, şiddet eğilimi ve homofobi başta olmak üzere tüm erkeklik hastalıklarının kaynağında kocaman bir sistem ve orada maruz kaldığı aşağılanmışlıklar da vardır. Ama fail de vardır.

Baba ile ilgili girizgahı fazla uzatmadan “Babamı Kim Öldürdü” üzerine yazdığım “Estetik bir mesele olarak ölmek ya da ölmemek” başlıklı yazımın linkini bırakayım ve asıl meselemize doğru ilerleyelim. “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” bambaşka bir patikadan ilerliyor çünkü.

EV İÇİ EMEĞİ GİZLEYEN ÖRTÜLER TEK TEK AÇILIRKEN

İşçi sınıfına koca kontenjanından dahil edilen” bir kadının çok boyutlu gerçeğini sahnede. Bengi Günay’ın sahnenin tümüne yayılan kaotik düzendeki müthiş sahne tasarımı, bizi 1990’lar emekçi evlerinin detaylarına götürse de, aslında başka herhangi bir çağ da olabilirdi.

Ev içi emeği yüzyıllar boyunca el birliğiyle gizleyen örtüler tek tek açılırken, önce eşya çıkıyor karşımıza. Kemal Aydoğan’ın rejisi suskunluğu kullanarak eşyaların konuşmasına izin veriyor. Hikâyeyi önce eşyaların sessizliğinden dinliyoruz; elektrikli süpürgeden, kirli bulaşıktan, ısınmaya çalışan ütüden, plastik leğenden, ahşap mandaldan… Ev deyince zihninizde canlanan imgelere dair her şeyden.

Bir emekçi evinin düzenin sahne içinde yeniden inşasında gerçekçilik öyle çarpıcı ki, canlı görüntü aktaran kamera sistemi bulaşık yıkama görüntüsünü aktardığında tabağın sahiden kirli oluşu sizi şaşırtmıyor. Masadaki kitsch Eyfel heykelciği, yarısı dolu sıvı deterjan kutuları, kırıla dağıla farklı renklerden takım oluşturmuş sandalyeler, burnunuza gelen yeni yıkanmış çamaşır kokusu.

Yanılgıya düşmeyin, sizi çocukluğunuza götürmek üzere zihninizde nostaljik imgeler oluşsun diye tasarlanmış bir tezgah değil bu. Anne nostaljisine kapılmayın hiç. Onur Ünsal’ın ilk dakikadan itibaren neredeyse evdeki tüm işleri yapar bir telaşla eşya ile kurduğu ilişki ev içi emeği görünür kılmak için. Kameraların yansıttığı detayların gözünüze sokarcasına gösterdiği kirli bulaşıklar, yoğrulan hamurlar, uçuşan unlar, silindikçe parlayan zemin bu yüzden.

Unutmadan, tüm bu kölelik koşulları içinde nadiren de olsa kaçtığı sığınağın şarkılar olması… Bir Scorpions DVD’sinin yarattığı düşsel sahne, evin dışında, rengarenk bir gökkuşağı üzerine kurulu. Ailenin ve evin içine kapatılmadan önce kurduğu özgür, mutlu, hayallerin küçük bir kırıntısı söylediği şarkılar. O boğucu hayatın içinde kendi için yaptığı birkaç şeyden biri olan müzik, kendi var oluşunu inşa ederken tutunduğu küçük bir dala dönüşüyor.

Kendi için… Evet anahtar burada, sınıf için de, insan için de.

ERKEK BURJUVADIR, KADIN PROLETERYA

Ah annelerimiz, cefakar annelerimiz, fedakar annelerimiz… Allah’tan oyunu izleyen bilinçli erkekler olarak annelerimize, ablalarımıza, sevgililerimize, eşlerimize hep “yardım” ettik de, vicdani bir rahatlama ve “başkaları” için üzülerek izleyebiliyoruz bu sahneleri! Tıpkı işte şiddete dair cümleleri duyduğumuzda, çoluğu çocuğu zorbalayan gaddar babalara dair anıları dinlediğimizde olduğu gibi.

Başkalarının acılarını görmek, hatta canın istemediğinde görmemek, ne büyük konfor!

İroniyi bırakıp mesele dönersek, apaçık biçimde önümüzde duran bir gerçek var. Kapitalizmin belini kırdığı tek kişi ömrünün son yıllarını yatalak geçiren işçi baba değil, ömrünü “ev içi köle” gibi geçiren anne var ve çifte sömürü altında. Elbette insanlık yeni görmüyor bunu, Friedrich Engels söylemişti: Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar. (…) Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletarya rolünü oynar.”

Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması… Erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlık… Şu cümlelerin berraklığına bakar mısınız? Oyunun sahne tasarımına bakarken gördüğümüz berraklık da tam olarak bu keskinlikte. Eskitilmemiş, estetize edilmemiş bir yoksulluğun ortasında bir kadının kavgaları ve dönüşümleri. Evet dönüşüm kadının kendisiyle ilgili ve bizzat kendi zaferi. Peki kavgalar? Kiminle ediyor sahi? İşte orada en az bir erkek var ve hâlâ ailenin orta yerinde çirkin bir kütük gibi yükselen erkeklik var!

Vallahi ben söylemiyorum, İkinci Keman söylüyor, varsa itirazınız ona anlatın!

ŞİMDİ SEN BİR ERKEK OLARAK YUMRUĞU HİSSETTİN Mİ?

Bengi Günay’ın Moda Sahnesi TV’de oyunun daha prova aşamasında söylediği “Sen şimdi bir erkek olarak tabii ki annen üzerinden özdeşlik kuruyorsun metinle, ben bir kadın olarak zaten kendim ilişkileniyorum, araya bir figür koymama gerek kalmıyor” cümlesi ağır bir cümle. Duyması da, sindirmesi de. Tüm kadınların ev içinde çifte sömürü altında olması kadar net biçimde, her erkeğin mesele üzerine laf etmeden önce en az iki kere düşünmesini gerektiren nokta burası.

Oyunun muhteşem afişini tasarlayan İlknur Alparslan, “Kendi annem değil, kendi anneliğim üzerinden bağ kurdum” diyor. Oyunun üretim sürecinde yer alan bu iki kadının vurgusu mühim. Tüplü televizyonlarla birlikte hayatımızdan çıkıp gitmiş bir çocukluk anısı değil izlediklerimiz. Mesela “bir erkek olarak” benim izlediğim göz ile Bengi Günay’ın izlediği göz arasındaki fark, Engels’in dikkat çektiği uzlaşmaz karşıtlık kadar derin. Bengi Günay’ın “Benim annem bir kahramandı” sözleri ile Kemal Aydoğan’ın “Bizi prens gibi yetiştirdi” sözleri arasında salınıyor tarih.

Ekim Devrimi esnasında köprünün başını tutan bolşeviğin çok sevilen lafı vardı ya hani “İki sınıf var, burjuvazi ve proletarya. Bir yandan olmayan öte yandadır”, doğruysa eğer Engels’in sözleri ile birlikte okumalı bugün. Empatiyi, sempatiyi, özdeşleşmeyi falan bir kenara bırak hele, “şimdi sen bir erkek olarak…” oyunu izlerken bu gerçeği hatırlamalısın: “Bir yandan olmayan öte yandandır.”

Süleyman Demirel’in vaktiyle mizahçılara söylediği, “Karagöz Hacıvat Neden Öldürüldü” filminde de Vezir Pervane’nin ağzından tekrarlanan bir söz vardır: “Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli olmaz.” Soru şu: Şimdi siz bir erkek olarak bir kadının kavgaları ve dönüşümlerindeki o kadar söz, imge, vurgu sıyırdı geçti mi kenarınızdan? Yani bir yumruk hissettiniz mi boşluğunuzda?

TERCİHLERLE İNŞA EDİLEN BİR TEKAMÜL SÜRECİ

Yazının burada, bu soruyla bitmesi lazımdı ama bazı şeyler içimde kaldı, biraz kızgınlıklarla farklı bir kurgu yapınca akışa da oturmadı. Yazıyı az önce bitti farz edin, küçük bir not düşelim buraya. Bu oyun o oyun çünkü. “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”, bize bir “tiyatro kumpanyası” olmanın ne demek olduğunu güçlü biçimde hatırlatıyor. Hissediyorsunuz bunu. Bir yönetmen ve oyuncunun birbirlerinden öğrenerek bu kadar yılı ve en az 15 oyunu geride bırakması ne demek? Bütün prova sürecini kendi sahnende götürebilmek ne demek? Sahne tasarımından afişe, müziklerden ışığa, asistan kadrosundan oyunculara bir kumpanya olarak çalışabilmek ne demek? İnandığın bir işi, inandığın bir kadroyla yapabilmek ne büyük şans!

Moda Sahnesi TV’de oyunun prova sürecine dair videoları bunun bir şans olmadığını da anladım. Hayır bir şans değil bu, tercihlerle inşa edilen bir tekamül süreci. Mesela Onur Ünsal, Moda Sahnesi’ni var edenlerden. Çok erken yaşta sinema ve televizyonda var olma fırsatı yakalamış, tercihini farklı bir yol izlemekten yana yapmış bir oyuncu. “Sırf şu iki Édouard Louis oyunu için bile değermiş” derim ben nacizane bir izleyici olarak. Mesele onun ne dediği… Tüm bu olanaksızlıklar ve arayışlar zemini içinde, tiyatronun ayağının altındaki zemin sermaye zoruyla zangır zangır titrerken oraya kulak vermekte, üzerine düşünmekte, konuşmakta, tartışmakta fayda var.

Bir başka Édouard Louis oyununu, mesela “Değişmek”i beklemeden yapalım bunu.

“Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”

Yazan: Édouard Louis

Çeviren: Ayberk Erkay

Ayrıca Bakınız

Yönetmen: Kemal Aydoğan

Oynayan: Onur Ünsal

Dekor Tasarım: Bengi Günay

Kostüm Tasarım: pcgf

Işık Tasarımı: İfran Varlı

Visual Art: Ecem Dilan Köse

Vokal Koçu: Damla Pehlevan

Afiş Tasarımı: İlknur Alparslan

Oyun Fotoğrafları: Orçun Kaya

moda sahnesi TV: Halil Serhan Köse

Dekor Realizasyon: Osman Damla

Asistanlar: Mesut Karakulak, Sevda Yeliz Nar

Visual Art Asistanı: Barış Yılmaz

Sponsor : pcfg

Süre :105′ Tek perde

 


Tüm Hakları Saklıdır 2024 - Tasarım: Merhaba Grafik