Caligula Suikastı: Kalbe kafa, kafaya çekiç
“Bu halktan bir halt olmaz” mı? Bu klişeye mi sığınmıştır Moda Sahnesi? Tarihin en canavar diktatörlerinden birinden “demokrasi düşkünü” bir antikahraman yaratarak şöyle mi diyor; “Diktatör zaten diktatör de, halkın hiç mi kabahati yok?”
MUSTAFA KARA
Meseleye bizim meslekten girelim, ah canım Acta Diurna! Gazetelerin ilki, taşın, metalin dile geldiği kavuşma. Sen bile memnun edemediysen sahibini, bin yıllara yayılan bir lanettir bu. Makyaj masası ya da çalışma masası fark etmez; hakkında yazılan övgüleri yeterli bulmayan kaç imparator ile sınandı bu lanet, sınanıyor. Aynaya bakınca herkes biraz imparator, hele de Acta Diurna’lar karşısında.
Evet, “Caligula Suikastı” oyununun simgeler dünyası içinde nedense kağıda basılı olan Acta Diurna da var. Sarı işçi bareti de var, zaten afişte görmüşsünüzdür. Gerçi afişte rengi biraz turuncuya çalmış, statü atlamış, işçilikten ustabaşılığa geçmiş ama olsun. Tasarımcı da haklı o gıcık teknoloji yeşili ile daha hoş bir kontrast yakalıyor ustabaşı turuncusu. Proletarya da giderek ustalaşmıyor mu zaten, VR’lar, AI’lar, otomasyonlar, dijitalleşmelerle…
Artırılmış Gerçeklik gözlüğü takan Caligula, “canavar” sıfatıyla anılan kanlı bir diktatör. Jül Sezar’ın ardından Roma’nın cumhuriyet ve demokrasi geleneğini yok eden imparatorlar serisinin üçüncüsü. Biz onu makyaj masası başında rolüne hazırlanırken görüyoruz. Daha kanlı, daha gaddar, daha canavar olmak için, halkı korkutmak ve sindirmek için biraz makyaj şart tabii.
Moda Sahnesi’nin yeni oyunu “Caligula Suikastı”ndan söz ediyoruz. Stefan Tsanev’in yazdığı, Hüseyin Mevsim’in çevirdiği, Kemal Aydoğan’ın yönettiği bir oyun. Sahne tasarımı Bengi Günay’ın, ışık tasarımı İrfan Varlı’nın, projeksiyon tasarımı Okan Temizarslan’ın. Sahnede ise Münir Can Cindoruk, Mehmet Tekatlı ve Adem Yıldırım var.
CALIGULA’YI OYNAYAN CALIGULA
Sahnede dekor kalabalığı yok, makyaj masası ve uyumsuz gibi görünen aksesuarlar toplamı yeterince simgesel. Meydan savaşları, gladyatör dövüşleri, büyük geçit törenleri de yok zaten. Hangi Caligula’yı izlediğimizi karıştırmamak için, hikayenin nerede geçtiğini unutmamak için makyajın rolünü fark etmek önemli. Üç oyuncunun muhteşem oyunculuklarıyla sahneye taşıdıkları oyun içinde oyunları, hızlıca değişen mimik ve ifadelerini, farklılaşan ses tonlarını daha rahat kavrayabiliriz o zaman. Caligula’yı oynayan Caligula’yı oynayan Münir Can Cindoruk’un oyunculuğundaki nüansları yakalamak da mümkün olabilir. Kanlı bir komedya espriler, canlandırmalar, şive şakaları, laf cambazlıkları, sembollerle verilen alt mesajlar ve daha bir sürü detayla örülüyor çünkü. Caligula “iyi” olanların tarihte pek de hayırhah anılmadığını biliyor, kısa yoldan tarihe geçmenin yolu olarak sınırları oldukça zorlayan bir dikta kurmayı seçiyor.
Hikaye aslında bilindik ama biraz farklı. Makyajlı bir diktatörlük yerine açık bir diktatörlük daha fazla şiddet, daha fazla kan istiyor Caligula: “Roma’nın Cumhuriyet olduğunu hatırlayanlar çoktan toprak oldu; yeni doğanlar bir zamanlar bir cumhuriyetin olduğunu bilmiyor; demokrasiyi bilmiyorlar(…) şimdi aniden cumhuriyeti ve demokrasiyi ilân etsen, ‘Halk, sana özgürlüğünü veriyorum!’ desen, aptallaşır, budalaya döner.” Caligula’ya göre halka çoktan unuttuğu değerlerin, özgürlüğün ve cumhuriyetin kıymetini hatırlatmanın başka bir yolu yok: “Çünkü zorbalıkla emziriliyor, zorbalığı anası sanıyor. İşte bu yüzden çile çekiyor.”
GALEYANA GELMEK YA DA GELMEMEK
Roma Cumhuriyeti’nin son lideri Sezar, kendini “ölene kadar diktatör” ilan etmişti ama Roma hala cumhuriyetti. Demokrasiyi geri getirmek, Cumhuriyeti korumak isteyenler Sezar’ı öldürdü ama işler istedikleri gibi gitmedi. Cumhuriyet resmen de bitti. Sezar’ın evlatlığı Gaius Julius Caesar Octavianus (Augustus) Roma İmparatorluğu’nun ilk imparatoru oldu. O da diktatördü! Onun evlatlığı Tiberius Caesar Augustus da. Tiberius’un evlatlık torunu Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus, yani Caligula da. Caligula en kanlılarıydı hatta. “Savurgan, tuhaf, ahlaksız, acımasız, despot, deli” gibi sıfatlarla anıyor onu tarih. Meselenin bu kısmını tarihçilere bırakıp sahnedeki Caligula’ya dönelim. Onun şiddetinin bir bağlamı, bir hedefi var. Sosyal deney yapıyor eşsiz ve muhteşem Roma halkına!
Moda Sahnesi’nin prova notlarının bir yerinde sarsıcı bir soru var: “İnsan hakkını sinirlenmeden savunabilir mi?”. İşin bireysel kısmını kenara not alıp ayrıca düşünürüz, biz toplumsal taraftan devam edelim. Ekmeğe küçük bir zam geldi diye başlar mı bir ülkede isyan? Yemekten kurt çıktı diye asker tüfeğine sarılır mı? Bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla dalga dalga isyan ateşi ülke ülke yayılır mı? Peki öfkelenmek ve ayağa kalkmak öyle planlanabilir bir şey mi? Baskıyı ne kadar artırırsan patlar isyan; sınırı nerede?
Neyse, sonuçta öfkeyle kalkan zararla oturur, galeyana gelmemek lazım ve zaten istedikleri bu. Hiç girmeyelim o kısma, mesele Roma’da geçiyor zaten, 2 bin yıl önce. Koskoca Roma uygarlığının, eski dünyanın her yanına medeniyet ve cumhuriyet değerleri götüren o dev medeniyetin tek bir (1) kişinin zorlamasıyla acımasız bir dikta rejimine dönüşmesi nasıl mümkün olabilir ki?
Oyun, tarihi gerçekleri biraz büküyor ve Caligula’ya halkın öfkesini daha da artırmayı hedefleyen bir irade yakıştırıyor. Herkesin ve toplumun sabır sınırlarını zorlayan bir kötülükten ders çıkarmasını sağlayacak görkemli bir final iradesi! Adım adım örülen, hesaplı kitaplı bir final.
CANAVAR ÖLDÜ, YAŞASIN YENİ CANAVAR!
Zalim er geç zeval bulur, yok olur; mesele o değil. Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Zalimler gelir gider, asıl mesele zulmün bitmesi. Sezar’ı da, Tiberius’u da, Caligula’sı da suikastle gitti; sonraki onlarca Roma İmparatoru da öyle. Biri çıkar; “Roma’nın hür halkı, selam! Roma’nın kahraman halkı, şan olsun sana! Roma’nın yüce halkı, Caligula canavarı öldü!” der ve her şey bitmez. Yeniden başlar. Halkın sevinçle haykırdığı slogan “Kral öldü, yaşasın Kral” olur.
Zurnanın zırt dediği yere, o mühim soruya gelelim, “Bu halktan bir halt olmaz” mı? Bu klişeye mi sığınmıştır Moda Sahnesi? Tarihin en canavar diktatörlerinden birinden “demokrasi düşkünü” bir antikahraman yaratarak şöyle mi diyor; “Diktatör zaten diktatör de, halkın hiç mi kabahati yok?”
Ferhan Şensoy’un her seçim sonrası sosyal medyada pek paylaşılan o kısa oyun videosu gibi. Hani “Yazık değil mi lan bu millete?” diye sorup, sonra “seçim sonucu” hatırlatılınca “Biz hep bu millet başka bir milletmiş gibi düşünüyoruz, asıl salaklığımız orada zaten. Evet bu millet o millet!” dediği sahne. Yine sosyal medyanın pek popüler Bertolt Brecht alıntısı gibi. Hani Sezuan’ın İyi İnsanı’ndaki “Ey mutsuzlar!” diye başlayan tirat: “Kardeşinizi boğazlıyorlar, siz göz yumuyorsunuz. Çığlıkları duyuluyor ama siz susuyorsunuz. Aranızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki, sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz. Bok yiyorsunuz! Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız! Haksızlık varsa bir yerde eğer, ayaklanmalı insanlar. Ayaklanma olmuyorsa, batsın o şehir yerin dibine, yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan!”
KALBE KAFA, KAFAYA ÇEKİÇ!
Moda Sahnesi’nin fuayesinde Büyük Salon’a girerken hemen sağda bir tabut var, dik vaziyette yıllardır durur orada. “Çürümüş bir şeyler olduğunu” hatırlatan Hamlet’ten kalma kapkara bir tabut. “Caligula Suikastı”nı izlemek için salona girerken ani bir kafa çevirişiyle tabuttaki “Zidane kafası” yazısı belirdi gözümün önünde. Tuhaf bir zihin oyunu gibi.
Kemal Aydoğan’ın “…vasat, despotluğa, sömürüye boyun eğen insanların kalbine atılmış bir Zinedine Zidane kafasıdır…” cümlesinin aktarıldığı Pınar Çekirge yazısını okumasam anlamın yanından geçip giderdim. Tabuta yazıyı sonradan mı yazdılar, “Zidane kafası” zaten oradaydı, üzerine tiyatroyu mu kurdular, ben bilmem. Zaten “Zidane kafası” nedir onu da bilmiyordum düne kadar. Merak eden detayına bakar ben kısaca özetleyeyim; 2006 Dünya Kupası finalinden kalan bir deyimmiş bu. Final maçının uzatmalarında Berberi asıllı Fransalı futbolcu Zidane, rakip oyuncu Materazzi’nin göğsüne kafayı vurmuş! 110. dakika, yani kupanın son dakikası ve Zidane’ın kariyerinin görkemli finali. Açıklama bir cümle: “Kalbi çalışmıyordu, kalbini çalıştırmak istedim”.
Kemal Aydoğan sezonun diğer “darbeli oyunu” Dıkşın için de “…karşısında bocalamayı, tökezlemeyi, çuvallamayı, kabuklarımızı kırmaya heves ettiren tiyatro dilini benimsiyoruz, onu kalbimize sarıyoruz. Bizim beyaz taraflarımıza indirilmiş bir çekiç darbesi Koffi Kwahulé tiyatrosu. Onun kafamıza indirdiği çekiç darbelerinden mazoşist bir haz alıyoruz!” demişti.
Şimdi yeniden soralım. “Bu halktan bir halt olmaz”, “Bu millet o millet”, “Batsın o şehir yerin dibine” öyle mi? Hele bir buçuk saatlik “Caligula Suikastı”nı izleyelim; gözümüzü dört açalım, can kulağıyla dinleyelim.
Kalbe inen kafa darbesini, kafaya inen çekiç darbesini hissedelim. Biraz da üzerimize alınırız belki. Kafamız sarsılır, kalbimiz çalışır, sonra yine konuşuruz.
Nasılsa tarih uzun, canavar yaşıyor! Namzetleri de.