Decameron: Efendinin Kibri, Hizmetkarın Hançeri
“…diyeceğim o ki Tanrı’nın oğlunun ete kemiğe bürünmesindeki bereketin üstünden bin üç yüz kırk sekiz sene geçtikten sonra, İtalya’nın diğer tüm güzelliklerini gölgesinde bırakan muhteşem Floransa’ya ölümcül veba çıkageldi.”
MUSTAFA KARA
Floransa, Floransa olmazdan evvel, yani rönesansın başkenti olarak tüm dünyada bir yıldız gibi parladığı yıllardan önce de muhteşemmiş. Giovanni Boccaccio’nun 14. yüzyılda yazdığı “Decameron”, işte o muhteşem Floransa’yı ölümcül kara vebanın kasıp kavurduğu yılları anlatan bir klasik. Bu kitap “tüm zamanların en iyi öykü antolojisi” unvanına da sahip. Biraz bizim bu tarafların Binbir Gece Masalları’na da benziyor. 800 sayfayı aşan kitap, 10 karakterin, 10 günde anlattığı 100 öyküden oluşuyor. Kitabın bazı öyküleri temel alınarak çekilen “Decameron” da, kısa sürede Netflix’in sevilen mini dizilerinden biri oldu. Yakın zamanda pandemi yaşamış bir kuşak olarak yakınlık kurmak zor olmadı elbette.
Netflix, diziyi tek cümleyle şöyle özetlemiş: “Veba salgını esnasında ölümden kaçmak için bir şatoya sığınan soylular, kendilerini şarabın su gibi aktığı, ahlaksız bi sefahatın içinde bulur.” Ortaçağ’ın soyluları kendi başlarına yaşayabilme yeteneğine sahip varlıklar olsa güzel özet aslında. Ama değiller! Soyluların yalnız yaşabildikleri ne hayatta ne şatoda görüldü. Hikaye biraz da bu “soyluların yalnız olamama” haline dair. Soylular, soysuzlar, haydutlar, burjuvalar, meslek erbabı, hizmetçiler, gariban köylüler, din adamları ve bir sürü “karakter” var öyküde. Hayatta olduğu gibi. Ama öne çıkan efendiler ve hizmetkarları… Sonuçta “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”
KARA VEBA SALGINININ ORTASINDA BİR CENNET
Orta Çağın da parlayan yıldızı olan Floransa’dan kaçıp, taşradaki daha güvenli şatoya sığınan soylular ve hizmetkarlarının kara mizah yüklü hikayelerini anlatıyor “Decameron”. Büyük salgının önüne gelen ne varsa yıkıp geçtiği zamanlarda hem güvenli bir liman, hem de birbirine “kopmaz” bağlarla bağlı insanlar için var oluşlarını sorguladıkları bir inziva mekanı. Hesaplaşmalar, çözülmeler, büyük küçük yalanlar, yalanların açığa çıkması ve daha bir sürü olay. Vebalıların sokaklarda süründüğü, ölülerin sokakta kaldığı ve anında soyulduğu yoksulluk günleri, her türlü yağma ve hesaplaşmalar için uygun koşulları hazırlıyor.
Soylu kahramanlarımız ve onlara “gönülden bağlı” hizmetkarları tam da bu kaotik ortamdan kaçıyor ve bolluk bereket içindeki şatoya sığınıyor. Şatonun ve davetin sahibi olan kontun vebadan ölmesi dışında çok güzel fikir. Eserin özgün hali reform öncesi kilise ile bir hesaplaşma niyeti taşısa da, dizinin odağında bu kısım biraz zayıf. Yine de kilise dahil, aristokrasiden burjuvalara, yoksul köylüden hizmetkarlara herkes diziye hakim olan mizahın hedefinde. Gönül işleri de, akrabalık ilişkileri de, çıkar hesapları da bu eleştiri oklarından nasibini alıyor.
Yarınlar ve dışarıda ortalığı kasıp kavuran kara veba yokmuşçasına kurulan ziyafet masaları, “şarabın su gibi aktığı, ahlaksız bi sefahat” diye özetlenen hayatın belki de en masum yanı.
Birikmiş yalanlar, sahte mutluluklar, içi içe geçmiş tuhaf ilişkiler ve yoksulların acıları üzerine kurulu bu sefahat. “Hiçbir şey yaşam gücünü yok edemez!” fikri etrafında örülen Decameron’da soylular “zaten hak ettiklerini düşündükleri hayatı” sürerken, yoksullar her gün her gün yeniden yaşamak için mücadele vermek zorunda. Yeni yeni serpilen burjuva sınıfının dahi aşağı görüldüğü bu aristokratik dönemde “ölümün herkesi eşitlediği” fikrinin de esamesi yok. Yine de hedonizm herkes için geçerli, seks ve eğlence düşkünlüğünden taviz yok!
ÇOK KATMANLI KARAKTERLER, BİTMEK BİLMEZ ÇATIŞMALAR
8 bölümlük mini dizinin her bölümüne damgasını vuran bir başka yön de Freudyen çocukluk travmaları. Genç yaşlarına rağmen soylu-hizmetkar tüm karakterlerin beraberlerinde getirdikleri travmalar, kişilerin yer değiştirdiği vakalarla karmaşıklaşıyor. Çoğunun özü ise “aynı evin içindeki sınıfsal konumlanışlar”a çıkıyor. Öne çıkan karakterlere kısaca göz atarsak, belki tablo biraz daha berraklaşabilir. Hayatındaki boşluğu kötülük, kibir ve kıskançlık ile doldurmaya çalışan soylu Filomena’nın asıl çatışması, aynı yaşlardaki Licisca ile. Çocuklukları da birlikte geçen bu iki karakterin öyküsü Külkedisi masalını çağrıştırıyor. Bu efendi-hizmetkar ikilisinde efendiye göre çok daha güçlü bir hizmetkar figürü var.
Neşeli, bilgili, özgür ruhlu ve fakat maalesef “soylu” olmayan Dioneo bir doktor. Kendi keşfetmek için sürekli labirentin yanlış yollarında gezinen Tindaro’nun yol arkadaşı, bir anlamda arkadaşı, kardeşi. Soylu olmadığı için soylu Tindaro’ya gönüllü hizmetkarlık yaparak soylu sınıfın lüks yaşamına ve saygınlığına erişmek isteyen bir burjuva. Soylu olan Tindaro epeyce salak ve beceriksizken, Dioneo elinden her iş gelen bir doktor ve sanatkar. Orta Çağ Avrupası’nda bir şeylerin ters gittiğinin, denklemin baş aşağı olduğunun kanıtı gibi bu ikili. Roma tarihi uzmanı olan Tindaro’nun kendini keşfi dizinin sürprizlerinden.
Sıradan görüntüsünün ardında bir bilge yatan, güçlü karakter Stratilia ise şatonun hizmetkarı. Şatonun geçmişinin ve geleceğinin sırrı onda. Suskunluğu hem bilgelik, hem işlerin nereye varacağına dair öngörüsünden kaynaklı. Dizide bir efendisi yok ama onu dengelemek üzere onun ağzının içine bakan şatonun kahyası Sirisco var. Bir efendiye olmasa da “efendilik” kurumuna gönülden bağlı Sirisco ve sürekli yanlış adımlarla düzeni daha bozuk hale getirmekte mahir. Yeni düzen yaratma gayreti yoksul serflere kadar uzansa da, ne onda ne de serflerde o cesaret ve cüret var. Ham hayal, o kadar!
Güçlü tanrı inancı ile arzuları arasında sıkışan soylu Neifile’nın bedeni ve ruhu farklı frekanslarda yaşıyor. Trajedisi de, kurtuluşu da bu çatışmada gizli. Kocası Panfilo da soylu ve güçlü bir ailenin oğlu. Uyumlu, hatta umursamaz görünse de ciddi dönüşümler yaşıyor. Şatonun hanımefendisi olmak üzere gelen Pampinea, kurtuluşu muhayyel bir kocada arıyor. En büyük şanssızlığı “evlenebilir tüm erkeklerin vebadan öldüğü” bir dönemde yaşaması! Hizmetkarı Misia’ya yönelik kötücül yaklaşımı ile Misia’nın ona olan hastalıklı bağlılığı dizinin en güçlü çatışma noktalarından biri. Hizmetkar sınıfın her özelliğini bünyesinde itirazsız taşıyan Misia’nın içinde kopan fırtınaları anlatmak spoiler vermeden imkansız. İzleyip görmek lazım.
YAŞANACAK ALTÜST OLUŞLARIN HABERCİSİ
Dizinin ana izleğini “olağanüstü koşullarda hayatta kalma güdüsü” oluşturuyor. Bu güdü, tüm karakterlerin çok katmanlı yapıları sayesinde insanın farklı yönlerini açığa çıkaran bir katalizör vazifesi görüyor. Ölümü sıradanlaştıran kara veba salgını bütün ahlaki ve etik değerleri sorgulatıyor ve insanlar beklenmedik davranışlara yönelebiliyor. “Sadakat” ve “ihanet” ekseni sadece gönül işleri değil “efendi-hizmetkar” ilişkisi bağlamında da defalarca sınanıyor. Aristokrasinin onu tarihsel olarak tükenişe götürecek saçmalıkları yanında, alt sınıfların cüret ve cesaretlerinin sorgulandığı bir çatışma hali doğuyor.
Ömrünü bir efendiye hizmet ile geçirenlerin, yani güncel kavramsal gönderme yaparsak “ev zencileri”nin yaşadığı iç çatışma Decameron’un en sarsıcı yanlarından biri. Burada yaşanan gelgitleri ve isyanları, birkaç yüz yıl sonra yaşanacak altüst oluşların habercisi olarak okumak da mümkün. Bu sorgulama hali yoksul köylüler için maalesef geçerli değil. Hayatın akışı önlerine kaçınılmaz olarak kolektif bir isyanı getirdiğinde bile tek becerebildikleri yenilgiye mahkum “koftiden bir kıpırdanma”. Efendisine sadık hizmetkarlara göre bazen bir adım önde görünseler de, hizmetkarın efendiyi hançerleme fikrinin radikalliğinin yanına bile yaklaşamıyor serfler.
Öfke, isyan ve dönüşüm evin içinde başlıyor, hedefine otoriteyi koyuyor.