Genç W’nin Yeni Acıları: Aşka dair nostaljik hisler

DİLAN AYDEMİR
“Genç W.’nin Yeni Acıları”, Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe’nin 1774 yılında yayınlanan “Genç Werther’in Acıları” mektup-romanının 1972 yılında yine bir Alman yazar olan Ulrich Plenzdorf tarafından yeniden yazılmış halinin modern bir uyarlaması. Plenzdorf’un “Genç W.’nin Yeni Acıları” ve Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” benzer bir temele otursa da bazı farklılıklar barındırıyor. Bu farklılıklardan en önemlisi Plenzdorf’un metnin içinde “yeni” kavramını kullanması ve seyirciye görece daha yeni ve modern bir hikâye anlatıyor olması. Ancak bu metnin de yarım asır önce yazıldığını hatırlamakta fayda var.
Ankara Devlet Tiyatrosu İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi’nde seyirci ile buluşan “Genç W.’nin Yeni Acıları” oyununda işte bu benzerlikler ve farklılıkların bir arada bulunduğu “yeni” bir reji karşımıza çıkıyor. Blue jean ve deri ceket giymiş bir genç Edgar (Gökhan Kutum) karşılıyor sahnede, oldukça sıkılgan hatta depresif bir ruh hali içinde. Sahnenin üstündeki çok sayıda kitap dikkat çekiyor. Bir köşede duran rulo yapılmış büyük resim kâğıtları da Edgar’ın ressam olduğunun ilk işaretleri. Oyun ilerledikçe Edgar’ın resimle ilişkisinin detayları ortaya çıkıyor. Aslında resme pek fazla yeteneği olmadığı da…
Kitapları çok sevdiğinden sıklıkla bahsediyor Edgar, en sevdiklerini anlatıyor; Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”su ile Salingen’in “Gönülçelen”i… Kitapların bazılarını anlamakta zorluk çektiğini söylüyor. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” eserinden uzun uzun bahsediyor. Werther’in yaşadığı aşk acısı sebebiyle intiharını tuhaf karşılıyor, hatta biraz anlamsız buluyor. Edgar’ın depresif ruh haline karşın hareketlerindeki canlılık dikkat çekici. Hareketinin ve görüntüsünün tam zıttı ruh halinde olan biri var sahnede, sanki ergenliğe yaklaşmış bir çocuk izliyoruz.
Oldukça sıkışık ve tekinsiz olan mekân içinde -ki burası bir kulübe- Edgar’ın dalgalı ruh haline ayak uydurmakta zorlanıyorum ancak hikâye daha en baştan içine çeken bir niteliğe sahip. Edgar’ı kendini her şeyden soyutlayıp kapandığı yaşam alanında, o kulübede habersiz bir şekilde dikizliyor gibiyim. Sonradan anlıyoruz ki, Edgar seyircilerin onu izlediğinin farkında. Edgar, yani Gökhan Kutum hikâyeyi anlatırken Dördüncü Duvar’ı yıkıp sık sık seyirciyle temas kuruyor, elindeki kamerayla hem kendini hem de seyirciyi kayda alıyor, böylelikle etkileşimi yüksek bir oyun ortaya çıkıyor. Oyundaki ağır hava bu anlarda büyük ölçüde dağılıyor. Güldüğüm, eğlendiğim bile oluyor. Bu açıdan Edgar’ın, doğal olarak Werther’in ani ruhsal değişimlerinden oldukça etkilendim, yo hayır delirmedim, iyiyim!
Oyun uzunca bir süre Gökhan Kutum’un tek kişilik performansıyla ilerliyor, Edgar’ın yavaş yavaş Werther’e dönüşümünü izlerken ikisi arasındaki benzerlik ve farklılıklara şahit oluyoruz. Bu dönüşüm hızlı bir şekilde gerçekleşmediği için hem Werther’in hem de Edgar’ın hikâyelerine yeterince vakıf olabiliyoruz. Bazı anlarda ise iki karakter oldukça iç içe geçiyor, aralarındaki zaten keskin olmayan sınır iyice kayboluyor. Zaman zaman “şimdi hangisinin hikâyesini izliyorum acaba” diye bile düşündürüyor.
Yönetmen Birkan Görgün’ün gayet bilinçli olarak rejide yaptığı tercihler oldukça başarılı. Kendisiyle ilgili şöyle bir bilgiyi de iliştireyim buraya, 2018 yılında Rusya’nın en büyük tiyatrolarından biri olan St. Petersburg Bryantsev Tiyatrosu’nda, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nı kendi uyarlamasıyla sahneye koymuş ve Rusya tarihinde ülkede oyun yöneten ilk ve tek Türk yönetmen unvanını kazanmış.
Kabul edelim ki tek kişilik performanslarda birden fazla kişinin canlandırılması, hem oyuncunun hikâyeyi aktarımında hem de seyircinin hikâyeyi algılamasında bazı zorluklar barındırıyor. Üstelik sahneye uyarlanan edebiyat eserinde bu zorluk daha da artıyor. Her ne kadar modern bir uyarlamasını izlesek de, Goethe’nin yayınlandığı dönemde insanları intihara sürükleyen hikâyesinden bahsediyoruz sonuçta. Gökhan Kutum’un hem Edgar’ı hem de Werther’ı birbirine paralel ama çoğunlukla ayrı çizgide canlandırması, karakter dönüşümleri, değişken ruh hallerini yansıtması çok çok başarılıydı. Rolünden keyif aldığı hissini seyirciye geçirdiği kanaatindeyim.
Sahnede çok sık görünmeseler de varlıklarının hep farkında olduğumuz Lotte ve Charlie de tıpkı Edgar ve Werther gibi birbirleriyle paralellikler taşıyor ve aslında sahnede 4 oyun kişisi izliyoruz. Hem Werther hem de Edgar’ın umutsuz ve karşılıksız aşkına Berrak Atlı hayat veriyor, ışıkların ve bembeyaz elbisesinin etkisinden midir bilemiyorum, peri kızı gibi görünüyor sahnede, jest ve mimikleri de bunu destekler nitelikte. Uyumlu bir ikili olarak sahnedeler. Keşke aşkına karşılık verseydi de Genç Werther/Edgar acılara gark olmasaydı ama işte hikâye bu ya!
Oyunda tekinsizlik hissiyatını büyük ölçüde yansıtan ve bilinçli olarak sonda bahsettiğim bir etmen, masanın üzerinde duran ve ateşlenmek üzere sık sık Werther/Edgar’ın intihar etmek için eline aldığı silahtı. Oyunun başından sonuna kadar silahın gözümün önünde olması ve bir türlü işlevini yerine getirememesi çok çok gerdi. Sizi bilmem ama ben mizansen bile olsa silah görmekten pek hoşlanmıyorum ama bilirsiniz sahnede bir silah görünüyorsa muhakkak patlaması gerektiği söylenir.
Oyun yeni olarak adlandırılsa da nostaljik duyguların yoğun olarak hissettirildiği başarılı bir uyarlama olarak öne çıkıyor.