Gençlerin adalet tahayyülü: Saçmalama hakkı ve hata yapma özgürlüğü

“Cam Gibi Değil, Kum Gibi”, gençlerin dünyasına dair derin bir bakış sunan, kolektif bir düşünme pratiğinin izlerini taşıyan bir yayının adı. Hatay Arsuz’da depremden etkilenen 14-18 yaş arasındaki gençlerle yapılan sanat odaklı çalışmaları ele alan bu proje, sanatın iyileştirici gücünü ve kolektif bir geleceği kurma çabalarını ön plana çıkarıyor. Projeyi yürüten Talebeyiz Biz Derneği’nin Başkanı Müge Ayan, sanatı, toplumsal sorumluluk ve adaleti bir araya getiren Sanat Elçileri’ni Sahneden’e anlattı. Gençlerin istek ve arzularına nasıl kulak verdiklerini paylaşan Müge Ayan, bu süreçte ortaya çıkan toplumsal modelden ve geleceğe dair yeşerttiği umutlardan söz etti.
Metinler, gençlerin kendi sözleriyle kurdukları dünyalardan oluşuyor. Benim yaptığım ise onların açtığı yoldan yürüyerek, bu metinleri bir araya getirmek, duyulmasına katkıda bulunmak oldu. Zamanla gençlerin hayata ve kendilerine dair bakışları derinleşti; yaşadıklarını yeniden anlamlandırma, kendi hikâyelerini yeni bir yerden kurma cesareti gösterdiler.”
“Cam Gibi Değil, Kum Gibi” nasıl bir zamanın, nasıl bir ihtiyacın içinden doğdu?
Bir yıldır Hatay Arsuz’da, 14-18 yaş arası depremden etkilenen gençlerle birlikteyiz. “Sanat Elçileri” adını verdiğimiz bu toplulukla, sanat yoluyla birbirimize iyi gelmenin yollarını arıyoruz. Ben, sahada etnografik yöntemlerle çalışan bir antropolog olarak, bu süreci içeriden deneyimleme, gözlemleme imkânı buldum. Sohbetlerimiz, yürüyüşlerimiz, atölyelerde açılan küçük parantezler, birlikte geçirdiğimiz zaman da kendi doğalında bir tür enformel mülakatlar dizisine dönüştü. Gençlerle sık sık bir araya gelip şunu sorduk: “Neredeyiz, ne istiyoruz, neyi ne kadar yapabiliyoruz?” Ama daha da önemlisi, hep birlikte şunu konuştuk: “Nasıl bir topluluk olmak istiyoruz?”
Beni en çok etkileyen şey, gençlerin daha adil bir dünyaya dair çok açık ve güçlü bir arzuları olmasıydı. Dahası, bunun için sorumluluk almak istemeleriydi. Bu yayın, tam da bu arzunun içinden doğdu. “Birlikte ne yapabiliriz?” sorusu, hem gündelik pratiklerimize yön veren bir pusula oldu, hem de daha geniş bir düşünsel çerçevenin kapısını araladı ki bu çerçeveyi kitapta da göreceksiniz.
Bu yayındaki metinler, gençlerin kendi sözleriyle kurdukları dünyalardan oluşuyor. Benim yaptığım ise onların açtığı yoldan yürüyerek, bu metinleri bir araya getirmek, duyulmasına katkıda bulunmak oldu. Zamanla gençlerin hayata ve kendilerine dair bakışları derinleşti; yaşadıklarını yeniden anlamlandırma, kendi hikâyelerini yeni bir yerden kurma cesareti gösterdiler. Bu yayın, o cesaretin ve kolektif düşünmenin bir ürünü. Ben de dikkatle dinledim ve derlemeye çalıştım.
Yayının başlığı çok şey söylüyor: “Cam gibi değil, kum gibi.” Bu ifade nereden geliyor, neyi ima ediyor?
Bu ifade, demin de sözünü ettiğim, sık sık yaptığımız buluşmalardan birinde ortaya çıktı. Kendimize dair sorulara birlikte yanıt ararken, gençlerden biri şöyle demişti: “Biz cam gibi değiliz, kum gibiyiz. Birbirimizi kesmiyoruz, kırmıyoruz. Kum gibi bir araya gelip sonra dağılıyoruz; ama gerektiğinde yeniden birleşiyor, birlikte şekil alabiliyoruz.”
Bu metafor çok etkileyiciydi. Hem ilişkilenme biçimimizi hem de birlikte üretmenin akışkan ve çoğul doğasını anlatması bakımından. Camın sertliğine ve keskinliğine karşı kumun yumuşaklığı, geçirgenliği vardı içinde. Yayına da adını veren bu ifade, kolektifliğimizin ruhunu taşıyor diyebiliriz.
Adacıklar arasında zamanla geçitler oluşuyor. Bunlar, gençlerin birbirleriyle kurdukları farklı ilişkilenme ve bağ kurma biçimlerine işaret ediyor. Patikalar, köprüler, birlikte yol alınan tekneler… Bir de “Yaşantılar Adası” var; yani ortak alanları.”
Bu metafor dışında da, kitap boyunca güçlü imgeler, çağrışımlar var. Bu metaforik çerçeve aslında bir modele de işaret ediyor gibi… Nasıl bir modelden söz ediyoruz?
Evet, bu yayının dili betimleyici olmaktan çok, kurucu bir dile dönüştü. Üstelik bu, başlangıçta hedeflediğimiz bir şey değildi. Biz aslında “Burada bir şey var, bunu birlikte anlamlandırmaya çalışalım” diyerek yola çıktık. Ama tartıştıkça, derinleştikçe fark ettik ki, evet, elimizde bir nevi model var. Bu modeli bir harita gibi önümüze serebilir miyiz diye baktığımızda, kitapta “Sanat Elçileri Takımadası” olarak adlandırdığımız yapı ortaya çıktı. Bu takımadada her bir genç bir adacık, farklı geçmişlerden, farklı duygulardan, farklı becerilerden gelen… Kendi içsel yolculukları, kendilerini tanıma çabaları, deneme-yanılmaları var.
Adacıklar arasında zamanla geçitler oluşuyor. Bunlar, gençlerin birbirleriyle kurdukları farklı ilişkilenme ve bağ kurma biçimlerine işaret ediyor. Patikalar, köprüler, birlikte yol alınan tekneler…
Bir de “Yaşantılar Adası” var; yani ortak alanları. Kurallarını kendi belirledikleri bir zemin. Adacıklarda, geçitlerde ve Yaşantılar Adası’nda olup bitenler, zamanla yeni bir düşünme biçimini mümkün kılıyor. “Ben ne yapmalıyım?” sorusunun yerine, “Biz neyi mümkün kılabiliriz?” sorusu yerleşiyor Takımada’dakilerin zihnine.
Bu soru da, takımadanın üzerine yayılan bir atmosfer ya da her şeyin ardından geriye kalan bir iklim gibi düşünülebilir. Umut, daha adil bir dünya arayışı, birlikte harekete geçme cesareti… Tüm bunlar “Olasılıklar Bulutu”nun işi.
Bütün bu imgeler, hem süreci anlatmamıza yaradı; hem de birlikte yaşamanın ve üretmenin başka biçimlerini tahayyül etmek için bir alan açtı bize.
Bu yayında, gençlerin yetişkinleri diyaloğa davet ettiklerini de görüyoruz. Ebeveynlere, öğretmenlere, gençlerle çalışan STK’lara ne söylüyorlar, nasıl bir çağrıda bulunuyorlar?
İyi ki sordunuz bunu, çünkü benim de çok önemsediğim bir konu bu. Evet, bu yayında gençlerin yetişkinlere yönelik çok net bazı çağrıları var. “Bizi yarıştırmayın, tek doğruya sıkıştırmayın, birlikte düşünmeye alan açın,” bunlardan bazıarı. Sanatın hep en sona bırakılmasından, aile içinde ‘iyilik’ adına kurulan cümlelerin bazen düşünme alanlarını daraltmasına kadar birçok konuda seslerini duyuruyorlar. En çok da kendi yollarını bulurken yanlarında gerçekten dinleyen, eşlik eden yetişkinlere ihtiyaç duyduklarını söylüyorlar. Sanatın sırasının bir türlü gelmemesinden, zor zamanlarda hep ilk vazgeçilen şey olmasından yakınıyorlar. Oysa “biz zor zamanlarda en çok sanatla nefes alıyoruz, hayata sanatla tutunuyoruz” diyorlar mesela. Bir de “Lütfen bizi ancak test çözdüğümüzde değil, oyun oynarken attığımız kahkahada da fark edin,” diyorlar. Bu mesajların daha adil ve yaşanabilir bir topluluk hayali kuran herkesin üzerine düşünmesi gereken çağrılar olduğunu düşünüyorum.
Gençler, kendilerini sürekli “doğru” olmaya zorlayan ortamlarda, daha düşünmeye bile fırsat bulamadan tetikte yaşadıklarını anlatıyorlar. Hata yapmamak için uğraşırken, aslında neyi sevip ne yapmak istediklerini bile unutabiliyorlar.”
Yayında gençlerin sıkça vurguladığı bir başka şey de “hata yapma özgürlüğü” ve “saçmalama hakkı”. Söyleyip geçmiyorlar; bunu bir topluluk meselesi, hatta adalet meselesi olarak görüyorlar. Sizce bu neden bu kadar önemli? Daha adil bir dünya tahayyülüyle nasıl bir ilişkisi var bu iki kavramın?
“Saçmalama hakkı” ve “hata yapma özgürlüğü”, bu yayında gençlerin en çok üzerinde durduğu meselelerden biri. Bu iki kavramdan kasıtları rahatlama, eğlenme arayışı, komik olmak gibi şeyler değil. Saçmalamakla daha adil, daha yaşanabilir bir topluluk tahayyülünün ne alakası var diye düşünülebilir. Aradaki bağlantıyı ilk kurduğumuzda ben de çok şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Şöyle açayım: Gençler, kendilerini sürekli “doğru” olmaya zorlayan ortamlarda, daha düşünmeye bile fırsat bulamadan tetikte yaşadıklarını anlatıyorlar. Hata yapmamak için uğraşırken, aslında neyi sevip ne yapmak istediklerini bile unutabiliyorlar. Oysa güvenli bir topluluk içinde, biri “hata” yaptığında ya da “saçmaladığında” kimse “Bu ne ya?” demiyorsa, “rezil olma” korkusu olmadan biri bir fikir ortaya atabiliyorsa, gerçek bir düşünme ve birlikte öğrenme alanı doğuyor. Bu alan başkalarıyla bağ kurmanın, önyargıları aşmanın zeminini de hazırlıyor. Bu zemin “hata”nın son değil başlangıç sayıldığı bir topluluğun taşlarıını da döşüyor bir nevi. Bu da onların gözünde adaletin ta kendisi: Kimsenin geride bırakılmadığı, herkesin olduğu gibi kabul gördüğü bir topluluk.
Söyledikleri bir başka dikkat çekici şey de şu: “Birbirimizi sevmememizin altında, aslında anlaşılmamak var” diyorlar. Saçmalama hakkı, birbirimizi yargılamadan duyabileceğimiz, anlamaya çalışabileceğimiz bir dilin mümkün olduğuna işaret ediyor. Saçmaladıkça, yani resmî rolleri bir kenara bırakıp kendilerini açık ettikçe, aralarında bir bağ kuruluyor. Bu bağ sayesinde eskiden “öteki” gibi görünen kişilerle bile yakınlık oluşabiliyor. Bu, bize gençler arası ilişkilerin ötesinde, daha geniş bir toplumsal mesele olarak kutuplaşmayla mücadele için de yol gösterici olabilir diye düşünüyorum.
Kutuplaşmanın bu kadar arttığı bir dönemde, gençlerin kurduğu bu bağlantı üzerine düşünmeye devam etmeliyiz sanki. Bu yayında ortaya konan en kışkırtıcı düşünsel katkılardan biri de bu bence: “Saçmalamanın” toplumsal adaletin kapısını aralayabilme potansiyeli.
Şimdi de gelelim okura. Bu yayın kime sesleniyor? Kimlerin okumasını, duymasını, paylaşmasını hayal ediyorsunuz?
Her şeyden önce, kendi sesini duyurmak isteyen, yaşadıklarına dair söz söyleme hakkı arayan gençlerin okumasını ve aramıza katılmasını isteriz. Ayrıca, gençlerle birlikte yol yürüyen sivil toplum çalışanlarına, her gün gençlerle yan yana olan öğretmenlere, onların arayışına gerçekten kulak vermek isteyen ebeveynlere de hitap ediyor. Hatta bu süreci dışarıdan anlamaya çalışan akademisyenler ve bu alanda kararlar alan, kaynak ayıran kişi ve kurumlar için de düşündürücü, belki de dönüştürücü bir içerik sunuyor. Kısacası, gençlerin sözüne yalnızca kulak vermekle kalmayıp, bu sözün çağırdığı sorumluluğu da üstlenmeye niyetli herkesin okumasını, duymasını, paylaşmasını isteriz.
Yayının size en çok ne hissettirdiğini tek bir kelimeyle sorsak, ne derdiniz?
“İhtimal.” Daha adil bir dünyayı birlikte kurmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, buna dair pek çok ihtimali yokluyor bence bu yayın. Bu yönüyle de çok umut verici buluyorum.
“Cam Gibi Değil Kum Gibi” başlıklı yayını bu linkten inceleyebilirsiniz.