Zehirli İktidar: Ne Yapmamalı, Nasıl Yapmamalı?
“Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın tensipleriyle, T.C. Merkez Bankası Başkanlığına sayın Recep Tayyip Erdoğan atanmıştır.”
Bir sabah uyansak ve Resmi Gazete’de yayınlanmış şöyle bir atama görsek ne düşünürüz? “Kendisi zaten ekonomist” deyip özerk olması gereken bir kuruma bizzat kendisini atamasını “olağan” mı karşılarız? Kişiden bağımsız düşünelim bunu, hukukçu cumhurbaşkanı “Çok iyi hukukçuyum” deyip kendini Anayasa Mahkemesi’ne atayabilir mi?
Saçmalık değil mi? Peki nasıl oluyor da, bir belediye başkanı kurduğu “Kent Tiyatrosu”nun başına kendisini atayabiliyor ve hiç kimseden, evet hiç kimseden tek bir ses çıkmıyor? Kendisi bu kararı alırken bir an olsun düşünmüyor diyelim, etrafındaki kimse de “Başkanım böyle olmaz” demedi mi? Bir kişi olsun demedi mi; “Başkan özerklik tartışıyoruz yıllardır, daha yeni bir sürü tartışma çıktı. Tiyatronun içinden gelen tek başkan olarak bunu yapmanız özerkliğe tüy dikmek olur” diye.
Peki ya tiyatro dünyası? Muhalefet? Medya?
Alkışlarla yaşamaya devam mı?
Bu suskunluğu konuşacağız ama önce fundalıkta Macbeth’e musallat olan cadıları hatırlayalım. (Moda Sahnesi’nin yeni oyunu Macbeth’i ve mesela Bengi Günay’ın sahne tasarımını yazmak varken, Macbeth izlerken bile bu saçmalıkları düşündüren felek utansın. O Macbeth’i bolca yazan var Allah’tan, biraz bekleyebilir, biz şimdilik buradan devam edelim.) Evet cadılar demiştik. “Selamlar olsun Glamis beyi, selam sana” diyen 1. cadı, “Selamlar olsun Cawdor Beyi, selam sana” diyen 2. cadı ve “Selamlar olsun müstakbel Kral, selam sana” diyen 3. cadı… Kehanetleriyle Macbeth’e önce Cawdor Beyi, sonra Kral olacağını müjdeleyerek Macbeth’i mest eden ve o kanlı trajediyi başlatan cadılar hayal mi, yoksa gerçek mi?
Peki “Selam sana büyük oyuncu”, “Selam sana büyük yönetmen”, “Selam sana büyük başkan” diye tenha bir fundalıkta “tiyatrocuyu mest eden” cadılar? “Yetmez, Genel Sanat Yönetmeni de mutlaka sen olmalısın” diyen zamane cadıları kimler?
Anlamışsınızdır, Erdal Beşikçioğlu’ndan söz ediyoruz. “Komserim” diye de bilirsiniz. Basın bültenlerinde titri “Etimesgut Belediye Başkanı ve Etimesgut Kent Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni” olarak yazılan Erdal Beşikçioğlu. Levent Üzümcü’den de söz edebilirdik. İki ismin ortak noktalarından biri yeni görevlerine gelir gelmez başka tiyatrolarda oynadıkları oyunları yeni kurumlarına ya da bu kurumların sahnelerine taşımaları.
“TİYATRONUN NE OLDUĞUNU GÖSTERECEĞİZ”
“Bunlar normal işler” diyebilirsiniz, “Ya ne olacaktı?” da diyebilirsiniz. Evet normal böyle söylemeniz. Yine de önce bir düşünelim; epeydir yaşadığımız karanlık en olmazları size olur gibi gösteriyor olabilir. Tekrar düşünmeye, düşünce sistemimizi yeniden inşa etmeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatabilir aslında verdiğimiz bu ilk tepkiler.
Devam edelim; şu alıntılayacağım cümleyi önce “İzmirlilik ve İzmir’in kültürel kimliği üzerine ahkam kesenler”, sonra da herkes dikkatlice okusun lütfen: “Oyunu hem İzmir seyircisi ile buluşturacağız hem de 7’den 77’ye tiyatronun ne olduğunu göstereceğiz.” Bu cümle “Yeni sezon Levent Üzümcü’nün oyunuyla başlıyor” başlığıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sitesinde yayınlanan haberin içinde çıktı karşıma.
Yeni atanmış bir Genel Sanat Yönetmeni’nin iddialı bir sözle, “…tiyatronun ne olduğunu göstereceğiz” diye işe girişmesini de doğal karşılayabilirsiniz. Sözüm yok. Elbette iddialı olacak! Biz yine bir adım geri çekilip İzmir’e bakalım. Başına getirildiği İzmir Şehir Tiyatrosu’nun kuruluş sürecine, örnek yönetmeliğine, 3 yıllık deneyimine ve yaz boyu yaşanan tartışmalara hiç girmeyeceğim. Hem yeterince tartışıldı, hem bu yazının konusu değil. Ne Kadifekale sırtlarındaki antik tiyatroyu, ne dillere destan Efes Antik Tiyatrosu’nu, ne 4 antik tiyatroya birden ev sahipliği yapmış Bergama’yı anlatacağım. Başka hiçbir kentte olmayan güçlü köy tiyatrosu damarına da değinmeyeceğim. Kentin dört bir yanına köy ve mahalle tiyatroları kuran İzmir Büyükşehir Belediyesi düşünsün ve yanıtlasın, kentte onlarca yıldır tiyatro yapan amatör, profesyonel, akademik onca tiyatro insanı var, onlar yanıtlasın! Mahalle mahalle tiyatroyu halkla buluşturan onca çabanın sahibi ses etmezken, ben bir şey diyemem.
Konuşsunlar ya da gidip görsünler tiyatro nasıl yapılır!
Elbette tiyatroyu yeni toplum kesimleriyle tanıştırmak, kendi izleyicisini oluşturmak ve bir tiyatro kültürü yaratmak bir şehir tiyatrosu için tercih değil, görev! Zaten vazifesi olanı süslü cümlelerle söylemeyi de tercih edebilir, orada da sorun yok. Olması gereken İzmir gibi büyük bir kente giderken, geçmiş tecrübeler ve yerleşik sanatçıların, kurumların deneyimlerinden yararlanmak, programını kamuoyuna açıklarken “Hep birlikte bütün İzmirlileri tiyatroyla buluşturacağız” gibi bir ifade kullanmak olurdu. Bunun yerine başrolünde oynadığı ve İstanbul’dan ithal ettiği oyunu “7’den 77’ye bir tiyatro dersi” gibi sunmak, lamı cimi yok kibirdir! Bireysel olarak bunu bir tiyatrocu söylediğinde isteyen inanır, isteyen güler geçer ama şehrin tiyatrosunun başına getirilmiş biri ilk açıklama olarak bunu yapıyorsa bunun başka adı yok maalesef.
“BİZDEN” DİYE SES ETMEYECEK MİYİZ?
Evet lafı dolandırmadan söylüyorum, kibir bu. Eskilerin “ar ettiği”, “haya ettiği” bir davranış kalıbı. Bu kibri, başkanı olduğu belediyenin tiyatrosuna kendini Genel Sanat Yönetmeni olarak atama halinden de biliyoruz. Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Tamer Karadağlı’nın “nasıl olduğu açıklanmayan biçimde son dakika iptal edilen” Drakula oyununun başrolüne soyunmasında da bu kibir var. O bile, Okan Bayülgen’in yerine kendini başrol olarak sahneye atarken “Başrejisör istedi” demek zorunda hissetmişti kendini. Bu tarafta o da yok! Düşünün ahvalimizi!
“Bizden” diye ses etmeyecek miyiz? Etimesgut’un tiyatro festivalinin basın toplantısı niye İstanbul’da yapılır, hiç düşündünüz mü? Bir ilçe tiyatrosu için ana akım medyada daha çok görünebilmek, adından daha çok söz ettirebilmek bu kadar önemli olmalı mı? Sahi nereye doğru yapıyoruz bu sporu, hangi tribünlere selam çakıyoruz?
Tüm bunlara tek bir ses çıkmaması kolektif bir onaya mı işaret ediyor, zihinsel bir donmuşluğa mı? “Aman AKP olsa bunların hiçbiri olmayacak” diye yapılan her şeye “evet” demek zorunda mıyız? Her seçim dönemi yapıyoruz onu zaten, her 2 yılda bir de seçim var. Aradaki sınırlı zamanda da mı susacağız? “Ne güzel işte, belediyeler tiyatro kuruyor, halka tiyatro götürüyor” cümlesi yeter mi? Halkın parasını kullanma biçimlerini ve kamu kurumlarını yönetme anlayışlarını hiç konuşmayacak mıyız? Onlardan değil “bizden” olması aklayacak mı her şeyi? Festivallerde pozlar vereceğiz, övgü dolu yazılar yazacağız, “yapılmış olması bile müthiş bir şey olan işler”den gururla bahsedeceğiz, öyle mi?
“İyi ki Tamer Karadağlı değil bizimkiler” diye avunacak mıyız? Sahiden “bizimkiler” mi?
AKP’ye karşı savunulan kurumsal özerklik talebini “Nasılsa bizimkiler var” diye unutacak mıyız, yoksa “Nasılsa bizimkiler var, yönetmeliği kolayca geçiririz” mi diyeceğiz? “Bizimkiler” retorik bir kullanım burada aman yanlış anlaşılmasın. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın da özerk olması gerektiğini savunmak yerine “İstanbul’da da atamalar böyle oluyor, ne var bunda?” diyen bir yönetim anlayışı nasıl “bizim” olabilir ki?
“ÖNCE O SOFRAYA OTURMAYACAKSINIZ!”
Ne desek boş! Ne söylesek laf değil!
Tiyatro sezonu başlarken Fikir’de yayınlanan yazıda “Ne yapmalı, nasıl yapmalı?” diye sormuştuk. Buyrun size örnekleriyle geldi, ne yapmamalı, nasıl yapmamalı!
“Çürümüş bir şeyler var, şu Danimarka Krallığı’nda”, tuz hiç hariç değil.
“Vasatlığın İktidarı” eserinde zamanın ruhunu büyük bir ustalıkla anlatan filozof Alain Deneault’nun, “Vasatlığın iktidarına nasıl direnmeli?” sorusuna verdiği yanıtla bitirelim ya da daha doğru bir ifadeyle, lütfen başlayalım artık:
“Önce sizi davet ettikleri açık sofraya oturmayacaksınız, sizi oyuna sokmak için devreye koydukları cezbedici ufak şeylere direneceksiniz. Hayır diyeceksiniz. Hayır, bu göreve gelmeyeceğim; hayır bu terfiyi kabul etmeyeceğim; şu avantajdan ya da şu ödülden imtina edeceğim, çünkü zehirli. Bu anlamda direnmek, çileye girmektir, kolay değil.
Kültüre ve entelektüel göndermelere dönmek de aynı şekilde bir gereklilik. Tekrar okumaya, düşünmeye, günümüzde hiçbir anlamları yokmuş gibi elimizin tersiyle itilen kavramların değerini vurgulamaya koyulursak; artık anlamın kalmadığı yere tekrar anlam zerk edersek, marjinal kalma pahasına, siyaseten ilerleme katedilir.”